29 Nisan 2013 Pazartesi

Nail Satlıgan’ı yitirdik…


Türkiye sosyalistlerinin saygın isimlerinden, özellikle Marx’ın başyapıtı Kapital üzerine çalışmalarıyla Marksist literatüre önemli katkılarda bulunan Nail Satlıgan’ı 28 Nisan 2013 pazar günü akşam saat 10′da yitirdik. Satlıgan uzun süredir kanserle mücadele ediyor, ancak çeviri ve kitap çalışmalarını sağlığı el verdiğince büyük bir çabayla sürdürüyordu.
Yakın dostu Ahmet Tonak, Satlıgan için dini tören düzenlenmeyeceğini, anma töreninin daha sonra duyurulacağını söyledi.
Pekin’de başlayan yaşam yolculuğu İstanbul’da noktalanan Satlıgan, gittikçe ağırlaşan sağlık sorunlarına karşın Kapital’in Almanca aslından Türkçeye kazandırılmasında Mehmet Selik’in yarım kalan çalışmasını tamamlamış, bu eser Nisan 2011′de okura ulaşmıştı.
Satlıgan’ın anısına kendisiyle Kapital’in Türkçedeki serüveni üzerine yaptığımız söyleşiyi paylaşıyoruz:
Karl Marks’ın başyapıtı Das Kapital’in birinci cildinin Almanca aslından yapılmış Türkçe çevirisi Nisan 2011′de okurla sunuldu. 2005′te yaşamını yitiren Mehmet Selik’in yarım kalmış çabasını kaldığı yerden sürdüren Nail Satlıgan’la Kapital’in Türkçedeki çeviri serüveni, Kapital’in önemi ve güncelliği üzerine konuştuk. Kapital’in Almanca orijinalinden yapılan çeviri hangi yanlış anlamaları gideriyor? Marks’ın başyapıtı olmakla birlikte tamamlayamadığı bu esere yönelik eleştiriler ne kadar haklı? Antonio Gramsci, “Bolşevik Devrimi” ile ilgili olarak “Kapital’e karşı devrim” derken neyi kastetti? Kapital’in teorik mirası 21. yüzyılda nasıl sürdürülecek? Kapital neden okunması zor bir eser? Tüm bu sorulara yanıt aradığımız söyleşimizin video röportaj biçimine sendika.tv’den ulaşabilirsiniz.
Merhabalar hocam. Almanca orijinalinden çevirisi Nisan 2011′de yayımlanmış olmakla birlikte, Kapital’in Türkçeye kazandırılmasının uzunca bir öyküsü var. Sol Yayınları’nın İngilizce çeviriyi esas alarak yaptığı çeviri, Mehmet Selik’in çevirileri ve son olarak da sizin Yordam Yayınları ile birlikte Almanca aslından yaptığınız çeviri. Kapital’in Türkçeye kazandırılması serüvenini olumlu yönleri ve eksikleriyle birlikte değerlendirirsek neler söyleyebiliriz?

Kimsenin hakkını yememek için biraz daha geriye gidelim. Dr. Hikmet Kıvılcımlı 1937 yılında Kapital’i Almanca aslından çevirmeye başlıyor. Fransa’da yapıldığı gibi, bunu cilt cilt değil de fasikül fasikül yayımlamayı düşünüyor. Yedi fasikül de yayımlanıyor. Fakat 1938′de, Türkiye sol tarihinde önemli bir dava olan, hem Hikmet Kıvılcımlı’nın hem Nazım Hikmet’in yargılandığı donanma davasında tutuklanıyor. Bu serüven yarıda kalıyor. Yani birinci girişim Hikmet Kıvılcımlı’nın Almancadan çevirmeye yönelik ve yedi fasikül halinde başlayan ama yarıda bitti bile diyemeyeceğimiz, birinci bölümle sınırlı bir girişimi var.
İkinci girişim, bizim bu yayınımızda ortak çevirmen olarak yer alan Mehmet Selik’in Sol Yayınları’nda başlayıp Odak Yayınları’nda devam eden, gene Almancadan yapılan çeviri. Ancak o da yarıda kalıyor. Mehmet Selik de 2005 yılında ölüyor.
Şimdi Almancadan çeviri konusunda, bizimki üçüncü girişim oluyor. Mehmet Selik’in Sol Yayınları’nda başlattığı ama bitiremediği bu Kapital çevirisini Sol Yayınları daha sonra, çabasına büyük saygı duymamız gereken Alaattin Bilgi’ye veriyor ve Alaattin Bilgi, Kapital’in çevirisini bitiriyor. Yalnız, oradaki eksiklik o çevirinin İngilizceden yapılmış olması.
Şimdi biz Mehmet Selik’in daha önce yayımlanmış olan, Almancadan çevirdiği kısımları çok sıkı bir gözden geçirmeyle yayımlıyoruz. Mehmet Selik’in çevirememiş olduğu kısımları da gene Almancadan ben çevireceğim. Bu girişim biterse Almancadan yapılmış ilk eksiksiz çeviri ortaya çıkmış olacak.
Türkiye’deki sol kuşaklar ağırlıkla Alaattin Bilgi’nin çevirisini esas aldı. Ancak hem İngilizceden çevrilmiş olması gibi bir özelliği var hem de bildiğimiz kadarıyla Alaattin Bilgi iktisatçı değil. Şunu da biliyoruz. Sol Yayınları’nın Marksist klasikleri Türkçeye kazandırmada çok kıymetli bir çabası olmasına karşın, bunlar ilk girişimler olması ve kimi dil sorunları nedeniyle eksikler de içeriyor. Siz Almancasından yeniden çevirirken, İngilizceden yapılan çeviri konusunda ne gibi eksikler, yanlışlar tespit ettiniz?
Bence, Marksizm’in en temel yapıtı söz konusu olduğunda, çevirinin asıl dilinden yapılmış olması başlı başına bir değer taşır. Aslı Rusça olan yapıtların çevirileri için, çevirilerin Rusça dışındaki bir dilden yapılmış olmasını bir ölçüde mazur görebiliriz. Çünkü Rusça çevirmen sayısı az. Bunların içinde Marksist terminolojiye vakıf olanların sayısı daha da az. Ama şimdi Almanca, İngilizce, Fransızca gibi Türkiye’de yaygın olarak bilinen diller söz konusu olduğunda çevirilerin asıl dilden yapılmamış olması büyük bir eksiklik.

Alaattin Bilgi’nin kusuru olmaksızın, bu, kendi başına Türkçe Marksist edebiyat bakımından çok önemli bir boşluk yaratıyordu. İngilizceden yapılmış olması bazı önemli terminoloji sorunlarına da yol açıyordu. Şimdi böyle tek tek örnekler üzerinde durmak gereksiz. Kaldı ki ben Alaattin Bilgi’nin çevirisinin iyi bir çeviri olduğunu düşünenlerdenim. Çok saygıdeğer, minnettar olmamız gerekir. Otuz küsur senedir Türkçe Kapital metni Alaattin Bilgi’nin çevirisi.
Ama şöyle bir durum var. Mesela Das Kapital’in Almanca aslının alt başlığı “Kritik der Politischen Ökonomie“dir; yani “Ekonomi Politiğin Eleştirisi”. Alaattin Bilgi’nin çevirisinde kaynak metin olarak kullandığı Moskova baskısı İngilizce çevirinin alt başlığıysa “Kapitalist Üretimin Eleştirel Tahlili”dir. Yani Kapital’in daha alt başlığında ortada bir yanlışlık var. Bu, dediğim gibi Alaattin Bilgi’nin kusuru değil. Çünkü Alaattin Bilgi’nin kaynak metin olarak kullandığı İngilizcede alt başlık, “Kapitalist Üretimin Eleştirel Tahlili”.
İngilizce çeviri aynı zamanda Marks’ın kontrol edemediği çeviri değil mi? Fransızcasını gözden geçirebiliyor ama İngilizcesini gözden geçiremiyor…
Evet. Orada çok haklısın. Fransızcaya da gelelim sonra. Şimdi mesela bu şöyle bir durum yaratıyor. Çok uzun süreler boyunca Türkiye’de sol çevrelerde, “ekonomi politik” kendi içinde, kendi başına ilerici bir şey, hatta Marksist bir şeydir, Marksizan bir şeydir gibi bir kanaat hâkim oldu. Şimdi bu kanaati Kapital’in mevcut çevirisinin alt başlığı giderebilecekken, böyle bir etkiden biz mahrum kaldık.
Kapital ve Marks’ın bütün yapıtı bir ekonomi politik değildir. Ya da öbür ekonomi politiklere, burjuva ekonomi politiğine, Adam Smith ve David Ricardo geleneğine alternatif bir ekonomi politik değildir. Ekonomi politiğin eleştirilmesi ve Marksist ve Hegelci anlamda aşılmasıdır.
Çevirinin İngilizceden yapılmış olması, İngilizcedeki yanlış alt başlığın Türkçeye de aktarılması yoluyla ekonomi politik konusundaki bir yanılsamanın ortadan kaldırılmasına hizmet edeceği yerde onu pekiştirmiş oldu. Bu bence önemli bir sıkıntı.
(Satlıgan’la söyleşimizden önce, sendika.tv’de Kapital’e ve Marksizm’e ilişkin videoların yer aldığı bölümün başlığı “Ekonomi Politik”ti. Daha sonra Satlıgan’la söyleşimizin görüntülerini de eklediğimiz bu bölümün başlığını “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” olarak değiştirdik; Sendika.Org’un notu)
Ahmet Tonak ve Sungur Savran “Kapital’i Okuyoruz” başlığı altında 11 derslik bir program düzenlemişlerdi. Orada Sungur Savran, “değişim” yerine “mübadele” demek gerekir diyor. Düz çevirisi yapıldığında “ne farkı var ki” denebilir. “Değişim” yerine “mübadele” kullanmak gibi, bu tarz kavram değişiklikleri de çok oldu mu yeni çeviride?
Oldu, evet. Bir iki örnek vermek gerekirse, Sungur’un işaret ettiği değişim-mübadele meselesi iyi bir örnek. Değişimi biz piyasadaki alışverişin yanı sıra örneğin “toplumsal değişim” diye kullanıyoruz. Ülkenin sosyoekonomik yapısında meydana gelen değişimler, diyoruz. Değişiklikle eş anlamlı kullanabil
iyoruz. Şimdi bu durumda, piyasada meydana gelen alışveriş için özgül bir terim kullanmakta yarar var. Yani o açıdan “mübadele” demekte yarar var. Biz Mehmet Selik’in çevirisini de gözden geçirdiğimiz için bu tür müdahalelerde bulunduk.

Bir başka örnek, meta. Mehmet Selik kendi çevirisinde mal kelimesini kullanıyor. Ama metanın Marksist terminolojide özgül bir anlamı var. O da piyasada satılmak üzere üretilmiş olan maldır. Metanın böyle özgül, terimsel bir içeriği olduğunu vurgulamak bakımından gündelik dildeki mal yerine eskimiş de olsa meta kelimesini tercih ettik. Mehmet Selik’in metnine bu tür müdahalelerimiz oldu. Bu arada Türkçenin bir geçiş döneminde olması, Osmanlıca diye tabir edebileceğimiz bir dil ya da jargondan öz Türkçeye geçiş süreci içinde bulunmamız, uzun süreli bir geçiş bu, belli kavramlar için birden çok karşılık arasında tercih yapma olanağını bize verdi. Bundan yararlandığımızı söyleyebilirim.
Öncesinde de birtakım çabalar bulunmakla birlikte, Kapital’in Almanca aslından çevrilmesi 2011′e kadar ertelenmiş bir proje olarak kaldı. Okurlar, Kapital’in meraklıları öğrenmek isteyecektir, bu yeni çeviri fikri nasıl açığa çıktı? Yeni çevirinin öyküsünden kısaca bahseder misiniz?
2008′de dünya çapında patlak veren finans bunalımı bütün dünyada ve o arada Türkiye’de Marks’a olan ilgiyi artırdı. Dünyanın her tarafından “Marks haklı mıydı?” diye sorular sorulmaya başladı. Buna olumlu cevap verenlerin sayısı artmaya başladı. Bunun yanında, Mehmet Selik’in yarıda kalmış bir emeği var. O emeği değerlendirelim. 30 senedir piyasada yok bu kitap. Almancadan çevirmeye başlamış, ömrü vefa etmemiş. Bu emeği değerlendirmek için bu işe biz girişelim, dedik. Böyle oldu.
Kapital’in yeniden çevrilmesinin nedeni, 2008′de krizle birlikte Marks’a olan ilginin artması dedik. Krizin ardından, sermaye çevrelerinde de böyle bir durum var. Hatta bizde de İshak Alaton övgüyle söz eder. Ancak Kapital’in, genel anlamda da Marks’ın güncelliği hala tartışma konusu edilebiliyor. Kapital’in ve Marks’ın güncelliğine ilişkin neler diyebiliriz?
Bu çok önemli ve güzel bir soru. Kapital, yazıldığı tarihte, yani 19. yüzyılın ortalarında ne kadar güncel idiyse, bugün kat kat daha güncel. Bu yargıyı çok rahatlıkla formüle edebiliriz. Bu bana ait bir görüş değil. Ernest Mandel 1975′te, aşağı yukarı 50 sene tek İngilizce çeviri durumunda olan Moskova baskısı çeviriden sonra, Penguin Yayınevi’nin çıkardığı yeni İngilizce çeviriye yazdığı giriş yazısında, Türkçede “Marks’ın Kapital’i” diye çıktı, bu yargıyı ortaya koyar. Bu çok doğru bir şey.
O zamana oranla çok daha güncel. Neden? Birincisi, Marks’ın yapıtına ve Kapital’e ilgi duyan herkesin bildiği bir söz vardır: De te fabula narratur. Yani, hikaye seni anlatıyor. Orada söylediği şey şu. İngiltere o zaman kapitalist gelişme içinde en zirvede olan ülke. Kapital’deki somut örnekler, ampirik örnekler de, hem kapitalizmin en gelişmiş olduğu ülke olduğu için; hem Marks İngiltere’de yaşayıp çalıştığı için örnekler İngiltere’den veriliyor. Şimdi bu bütün somut örnekleri İngiltere’den verilen bir yapıtın kıta Avrupa’sında yadırganabileceği endişesiyle de te fabula narratur diyor. Kıta Avrupa’sındaki okuyucu, “iyi güzel de, bunun bizimle ne ilgisi var” diyecek olursa, diyor ki; “Eninde sonunda kapitalizmin gelişme yasaları sizi de kavrayacak, pençesine alacak. Siz de bu ilişkileri yaşayacaksınız.”
Yani aslında Kapital yazıldığı 19. yüzyılda dünyanın çok büyük bir bölümü açısından bir öngörü niteliğindeydi. Bugünse üç kıtaya, beş kıtaya, her yere yayılmış durumda. O bakımdan Kapital’de ortaya konan ve ortaya konduğu tarihte daha yeni yeni gerçeklik kazanmaya başlayan eğilimler bugün çok daha derinleşmiş, şiddetlenmiş, keskinleşmiş olarak karşımızda. Yani o açıdan Kapital 19. yüzyıldan ziyade bir 20. yüzyıl sonu 21. yüzyıl başı yapıtıdır, demek yanlış olmaz. Tam tersine son derece doğru olur.
Peki, Kapital’i bir “magnum opus” yapan şey bu mudur? Hem zaman olarak hem de mekan olarak çok geniş bir ölçekte toplumların gelişim yasalarını ortaya koyması, bunu anlamada bir kılavuz olması…
Kapital’i bir magnum opus yapan özelliklerin bir tanesi kuşkusuz bu. Toplumsal bilimlerin anlamlı olması için, bize geleceğe ilişkin öngörülerde bulunmak üzere birtakım ipuçları, tutamaklar sunması gerekir. Bu Kapital’de kendisini, Marks’ın deyişiyle hareket yasaları biçiminde belli ediyor. Bütün toplumsal bilimler içinde ve bütün toplumsal düşünce tarihi içinde öngörüleri Marks’ın Kapital’i kadar doğru çıkmış başka bir yapıt yoktur. Bu, onu bir magnum opus, başyapıt yapan özelliklerden bir tanesidir.
Kapital’i, kapitalist toplumun salt ekonomik işleyiş yasalarını inceleyen bir yapıt gibi gören indirgemeci bir algı da var. Peki, Kapital’in konusu nedir? Ekonomi mi, politika mı, toplum bilim mi? Kapital bunları ayrı ayrı mı ele alır, toplamını mı ele alır? Özellikle de reel sosyalizmin çöküşünden sonra, Marksist klasiklere mesafeli duran genç kuşağın “okunmaz kitap” dediği bu kitabı tarif edersek, gerçek içeriği nedir?
Das Kapital bir muhteşem sentezi temsil eder. Bu, çeşitli anlamlarda böyledir. Kapital’in yazıldığı tarihte mevcut olmayan ama bugün akademik iktisat içinde mevcut olan bir ayrımı düşünelim; mikro iktisat, makro iktisat. Das Kapital, akademik iktisadın cebelleştiği ve bir türlü bağdaşık bir bütün haline getirmediği bu mikro-makro ayrımının aşılmasını temsil eder.
Kapital nasıl başlar? “Kapitalist üretim tarzının hakim olduğu toplumlar muazzam bir meta yığınıdır. Bu yığının öğesel biçimi, bireysel metadır.” Bugünün terminolojisiyle bir mikro başlangıç noktası. Ama bu mikro başlangıç noktasının kendi içinde taşıdığı çelişkiyi sergileyerek ve geliştirerek bütün bir sistemin tarihi gelişme yasalarını türetiyor. Yani son derece makro bir teoriyle ve son derece makro bir sonuçla yapıtını sonuçlandırıyor.
İkinci olarak, Kapital’in salt iktisat yapıtı ya da salt ekonomi politik yapıtı olmadığını demin konuştuk. Zaten altbaşlığı “ekonomi politiğin eleştirisi.” Bizim bugün iktisat dediğimiz şeye o zaman ekonomi politik deniyormuş. Yani ekonomi politiğin eleştirisi aynı zamanda iktisadın eleştirisi anlamına geliyor.
Bu iktisada ve ekonomi politiğe yönelttiği eleştirinin iki önemli boyutu var. Birincisi, burjuva iktisadında kapitalizm ya ezeli ve ebedidir. Yahut da ezeli değilse bile ebedidir. Yani, Francis Fukuyama’nın “tarihin sonu” görüşü. Yani, “bir zamanlar insanlar kapitalizme uygun olmayan ve dolayısıyla insan doğasına uygun olmayan sistemler içinde yaşamışlardır. Ama nihayet insan doğasına, insan fıtratına en uygun sistem olan kapitalizmi ortaya koymuşlardır. Bu ezeli olmasa bile ebedi toplum düzenidir.”
Bu tarih dışı yaklaşıma yöneltilen bir eleştiri söz konusu. Kapitalizm tarihi biz düzendir. Tarihin belirli bir bölümüyle sınırlı olmak anlamında “tarihi”. Eskiden kapitalizm diye bir şey yoktu. İleride de kapitalizm ortadan kalkabilir. Bu, birinci eleştiri.
İkincisi, toplumsal ilişki ve çelişkiler; iktisat, siyaset, antropoloji vs gibi birbirinden neredeyse su geçirmez duvarlarla ayrılmış kompartımanlara, metodoloji
k olarak bölünmesi mümkün olmayan bir bütün oluşturur. Burada Ernest Mandel’i bir kez daha zikredeyim. O Kapital’in nasıl bir yapıt olduğu, yani hangi alana ait olduğu sorusuna isabetli bir cevap veriyor. Diyor ki; “Kapital ve Marksizm bir makro sosyal bilim yapıtıdır.” Yani ne iktisattır tek başına ne tarihtir. Toplumun bütününü, bütün düzeylerini ele almaya çalışan bir bilimsel yaklaşımdır.

Kapital’e yönelik iyi niyetli ya da kötü niyetli eleştirilerde, Marks’ın devlet teorisine girmediği belirtilir. Hatta olgunluk dönemi yapıtlarında siyasetten giderek uzaklaştığı yönünde değerlendirmeler var. Diğer yandan kimileri de Marks’ın yapıtının içinde devlet teorisinin ipuçlarının yer aldığını savunuyor. Bu konudaki fikriniz nedir?
Şunu göz önünde tutmak gerekiyor. Demin yaptığımız makro sosyal bilim tanımına uygun olarak, aslında Marks, Kapital’i çok daha geniş bir yapıt olarak tasarlamış. Bu yapıtın planlarına ilişkin elimize ulaşan çeşitli müsveddeler var. Bir yoruma göre dört kitap, bir yoruma göre beş kitap planlamış. Bunun içinde devlet var, dış ticaret var, ücret var vs. Marks’ın yapıtının tamamlanmamış bir yapıt olduğunu göz önünde tutmakta yarar var. Ama Marks’ın Kapital’in çalışma programı içinde devlete yer vermeyi düşünmüş olduğu kesin.

Bugün biz Kapital derken, Marks’ın kendisinin yayıma hazırladığı 1. cilt ve Marks’ın ölümünden sonra Engels’in yayıma hazırladığı, ki yayıma hazırlarken yaptıkları günümüzde eleştiri ve tartışmalara konu olmuştur, ikinci ve üçüncü cildinizi kastediyoruz. Marx’ın devlet konusunu ve daha geniş anlamda siyaset konusunu Kapitalin planı içinde düşünmüş olması Kapital’in bizim elimize geçmiş olan birinci, ikinci ve üçüncü ciltleri ile devlet arasında bir köprü, bir ilişki, teorik anlamda bir türetim ilişkisi düşündüğünü bize telkin eder. Ama bunu ne şekilde yapacaktı. Bu konu da söyleyeceklerimiz kelimenin olumlu anlamında spekülasyondan ibaret kalır. Yani bu konuda tartışma ve rivayet muhteliftir. Benim söyleyeceklerim bu konuda bundan ibaret.
Bir de Gramsci’nin Bolşevik Devrim için “Kapital’e karşı devrim” demesi meselesi var. Gramsci bununla neyi kastetmiştir? Marks’ın ardından gelen Lenin gibi, Mao gibi Marksist kuramcı ve eylemcilerin katkılarını, Kapital’e katkılar olarak değerlendirmemiz mümkün müdür, eğer öyleyse köşe taşı olarak neler sayabiliriz?
Şimdi Gramsci‘nin Rus Devrimini “Kapital’e karşı devrim” olarak nitelemekle neyi murat ettiğini anlıyoruz. Bence bu güzel bir formülasyondur ama fazla ileri gitmiş, çok doğru olmayan bir formülasyondur.
Gramsci’nin kastettiği belli ki şudur: 1900′lerin başları; en gözde kuramcısının Karl Kautsky olduğu uluslararası sosyal demokrasinin, sosyalizmi hedefleyen bir devrimin ancak ileri kapitalist ülkeler de mümkün olabileceği, Rusya gibi geri kapitalist ülkelerde ya da kapitalist olmayan ülkelerde yapılması gerekenin, sosyalizmi mümkün kılacak koşulları hazırlamak üzere kapitalizmin gelişmesinin önünü tıkayan engelleri ortadan kaldırmakta sınırlı olması gerektiği görüşü savunduğu dönemdir.
Aynı Kautsky Marks’ın iktisadi yapıtlarının da yorumlayıcısı ve yayıncısı olmuştur. Örneğin yer yer Kapitalin dördüncü cildi olarak da anılan “artı değer kuramları“nı yayımlamış birisi. Şimdi buna karşı, Rusya’da bir devrim yapılması bu devrime Rusyalı Marksistlerin önderlik etmiş olması ve Rusyalı Marksistlerin de hepsinin değil ama bir kısmının, özellikle Ekim’den önce ama Şubat’tan sonra Nisan ayından itibaren -Lenin’in Nisan tezlerini hatırlayalım- Rusya’daki devrimi kesintisiz olarak, sürekli olarak sosyalizme doğru ilerletecek bir devrim olarak tasavvuf etmeleri Gramsci’ye bu sözü söyletiyor.
Aslında Gramsci’nin söylemek istediği şey şu: Rus Devrimi, ortodoks sosyal demokrasiye karşı bir devrimdir. Söylemek istediği bu. Yani “Kapital’e karşı devrim” derken bu ortodosk, resmi sosyal demokrasinin Rusya gibi geç kapitalistleşen ülkelerin siyasi gündeminde sosyalizmin olmadığı yorumunun, Kapital’den kaynaklandığını vurgulamak istemişse, ki böyle bir vurguyu algılamak kaçınılmaz oluyor, “Kapital’e karşı devrim” deyince o konu da bence yanılmıştır. Çünkü Kapital’de, bir ülke kapitalist gelişme bakımından ne kadar ileri evredeyse sosyalizme de o kadar yakındır” gibi bir görüş yoktur.
Kapital yayımlandıktan sonra kapitalizmin geçirdiği aşamalar ve sosyalist deneylerin ardından sosyalist hareketin teorisyenlerinin önünde yeni sorun alanları çıktı. Bu kuramda da birtakım gelişmeler ortaya çıktı. 21. yüzyıl sosyalistlerin önünde duran, yanıtlanması gereken yeni sorular nelerdir? Şu an için Kapital’de değinilmemiş ancak yanıt aranması gereken sorulardan en önemlilerini saysak, sizce nedir?
Kapital’de hiç değinilmemiş olmayan ama yeterince değinilmeyen, bir teorik tutarlılığa kavuşturulmamış konular var. Demin söylediklerimden çıkan sonuç şudur; Kapital’in sadece birinci cildini tamamlanmış gözüyle bakabilirsiniz. İkinci ve üçüncü ciltler müsvedde halindeydi. Engels onları kendince derledi, bazı ekler ve çıkarmalar yapıp yayınladı.
Kapitalizmin 21. yüzyılın başında ve daha uzun süre, işleyişinde finans kesiminin öne çıkması gibi bir durumu gözlüyoruz. Bu elbette Kapital’in özellikle üçüncü cildinin ikinci yarısında mevcut olan birtakım ipuçlarından da yararlanarak Marksist teorinin geliştirmesi ve kavramlaştırılması gereken çok önemli bir alan. Çok büyük ölçüde finansallaşmış bir kapitalizm içinde yaşıyoruz.
Emperyalizmin bir finans kapital egemenliği olduğunu söyleyen Lenin’in yapıtıyla da burada bir ilişki kurabiliriz. Finans kesiminin çok önemli, belirleyici neredeyse özerk bir varlık kazandığı ve kapitalizmin seyri üzerindeki belirleyiciliğinin öneminin gittikçe arttığı bir dönemde yaşıyoruz. Yani şimdiden söylenebilecek olan şudur: “Kapitalizm 2008 bunalımından çıkmış mıdır, çıkmamış mıdır, çıktıysa ne kadar çıkmıştır…” Bu konuda tartışmalar olmakla birlikte, çıkmış olsa bile yeni yeni bunalımlara girmesi kaçınılmazdır. İkincisi bu yeniden içine gireceği bunalımlar da, finans kesiminde başlayacak, finans kesimi en azından bu durumun tetikleyicisi olacak ve nedensel harekete geçiricisi olacak. Yani o bakımdan, Kapital’in teorik geleneğini sürdürenler açısından finans devasa ve büyük ölçüde bakir bir alan olarak karşımızda duruyor.
Okura birkaç tavsiye vermek istesek bu alanda tamamlayıcı eser olarak, hiç sayamaz mıyız…
Sayarız, çok var. Bir kere Paul Sweezy var. Sweezy, enteresan bir şey, benim bildiğim kadarıyla Türkiye’ye sanırım sadece bir defa geldi. O gelişinde de, kapitalizmin finansal işleyişini teorileştirdiği çok sayı da çalışması için bir girizgah niteliği taşıyan bir konuşma yaptı; “Finansın Zaferi” diye… Yani özellikle Sweezy’nin, Sweezy öldükten sonra da o çizgiyi sürdüren John Bellamy Foster… Bu gibi kuramcıları zikredebiliriz ama daha çok var.
Kapital özellikle genç okur için korkutucu eser gibi”,  ”Bu alınır, kütüphaneye konur ve okunmaz. Okumak ve anlamak çok zordur”  gibi bir algı da var. Hele de yardımcı bir çalışma eşliğinde başlamayan için bu algı gittikçe pekişen bir şey oluyor. Genç kuşağın Marksist eserlerden uzak duruşunu ve Kapital”e ilişkin zor eser algısını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu algıyı kıracak çabalar nelerdir, ne tavsiye edersiniz?
Özellikle Marksist arkadaşlar arasında, “Kapital zor bir yapıt değildir ve kolay bir yapıttır” diyenler epey fazla ama öyle düşünmeyenler de var. Ben öyle düşünmeyenlerdenim. Kapital toplumsal düşünce alanında muazzam bir devrim ama didaktik açıdan çok başarılı olduğunu söyleyemem. Ben Kapitali her alıp okuyuşumda, muhakemenin didaktik açıdan çok daha iyi bir şekilde sergilenebileceğini düşünmüşümdür. İşin ilginç tarafı Marks da böyle düşünür.
Bilime uzanan düz bir yol yoktur, düz bir kraliyet bulvarı yoktur. Kapital”i okumaya hazırlanacaklar için bilimin sarp doruklarına tırmanma”¦ Bunlar Kapital”i okumaya hazırlananlar için çok teşvik edici ifadeler değil. Bu arada şunu da söylemek gerekir. Kapital”in birinci cildi için Engels tarafından yayına hazırlanan dördüncü basımı kullanıyoruz. Ama Kapital”in Marks tarafından hazırlanan birinci basımında Marks özellikle değer bölümünü okumakta zorlanabilecek okurlar için, -Bu zorlama nereden kaynaklanıyor? Özellikle Hegel”ci bir terminoloji ve Hegel”ci düşünme kalıpları kullanmasıyla ilgilidir- “Kapital”in birinci bölümünü kolaylaştırmak üzere, bir başöğretmen edasıyla yazılmış bir ek koyuyorum” der, daha sonra eki çıkarır ve eki birinci bölümün tamamına yedirdiğini söyler. Yani Marks”ın kendisi Kapitalin anlaşılmasındaki zorlukları gidermek üzere birinci bölümün sonuna ek koymuştur.
Şimdi o bakımdan ben şöyle düşünüyorum. Kapital”i birtakım yorumlayıcı ve yardımcı yapıtların refakatinde okumakta zarar yok, yarar vardır. Türkiyeli potansiyel okurlar açısından sevindiricidir, son yıllarda bu yapıtların sayısı arttı. Söz gelimi, hepsi de “Marks”ın Kapital”i” başlığını taşıyan, Ernest Mandel”in Marks”ın Kapital”i, Ben Fine”la Alfredo Saad-Filho”nun Marks”ın Kapital”i, nihayet Otto Rühle”nin Marks”ın Kapital”i, birtakım başka yapıtlarla birlikte Kapital”i okumak isteyenlerin yararlanabilecekleri kaynaklardır. Çünkü unutmayalım ki, buna karşı öne sürülebilecek sakınca şu olabilir: “Belli bir yorum sizin Kapital algınızı çarpıtır.” Ama her okuma ne kadar çıplak olursa olsun herhangi bir yardımcı bir kaynaktan yararlanmasanız bile her türlü okuma bir yorumdur. Sizin tek başınıza yaptığınız bir okuma da ayı anda bir yorumlamadır. Çıplak okuma diye bir şey yoktur. O açıdan, aynı zamanda bir yorumlama olan kendi okumanızı başka birtakım yorumlamalarla karşılaştırmanın bir sakıncası yoktur. Özelikle Kapital gibi bence ve Marks”a göre de çetrefil olan bir metinle karşı karşıyaysak.
Mayıs 2011, Cihangir
Röportaj: Sendika.Org
Redaksiyon: Çağla Ağırgöl

Kaynak: 
http://www.sendika.org/2013/04/nail-satligani-yitirdik/

7 Nisan 2013 Pazar

Kent Sorunsalı Üzerine Düşünceler - Henry Lefebvre


Société Française: Yirmi yıl önce yazdığınız La Révolution Urbaine adlı kitabınızda bir şehir toplumunun oluşmaya başladığını haber vermiştiniz. Bu, hala günümüzde belirsizliğini koruyan bir durum; ayrıca, yakın bir zamanda şehir kavramının pek bilinmediğini söylediniz. Son yıllarda ne gibi değişiklikler oldu? 

Henri Lefebvre: Mimari ve kentsel müdahalelerin kentin değişimiyle örtüşmediğini düşünüyorum. Paris’in merkezinde otuz yıl yaşadım ve şehrin değişimini gözlemledim. Sadece birkaç yıl öncesine kadar şehir merkezi neredeyse terk edilmişti fakat sonra elitist bir yaklaşımla yeniden işgal edildi. Niçin? Bu olay başka büyük şehirlerde de gözlemlenebilir. Şehirlerin büyümesi taşralarda ve merkezlerde gerçekleşti; üretim, iş ve yerleşim yerleri olan taşralar yüzünden eskiden karar alma noktaları olan merkezler ikinci plana itildi. Bir süre sonra sanki merkeze bir geri dönüş oldu. Bu dönüş, merkezi sık sık Fransızlar, yabancı turistler, öğrenciler ve iş adamları tarafından ziyaret edilen Paris’in bir özelliği haline geldi. İnsanlar sadece müzeleri ve anıtları değil son dönemde inşa edilen binaları da görmeye geliyorlar. Bu Paris’e canlı bir görünüm kazandırıyor. Fakat bu kentsel anlamda bir canlılık mı? Nasıl cevaplayacağımı bilemiyorum! Bu canlılık büyük oranda buradan geçen gezginler sayesinde var. Kalıcı nüfus, şehrin sakinleri, çok değişti. Pompidou Merkezi’nin arkasındaki binamda yaşayan yaşlı insanların çoğu öldü ve bu dairelerde ofisler açıldı. Beni de dairemi almak için çıkartmak istediler. Bence merkez müzeleşiyor ve yönetimselleşiyor. Politik değil fakat finanssal yönetimselleşme. Şehir dönüşüm geçiriyor ve kentleşme devam ediyor. 

S.F. : Sık sık, algılanan ve yaşanan arasında gitgide artan uyumsuzluğa değindiniz. Bunun toplumsal iş bölümüne yapılan vurgu yüzünden olduğu söylenebilir; bu da uzmanlaşmaya yol açıyor. Gerçi günümüzde istenilen verimlilik en üst noktaya yaklaşmaya başladı. Bu da demek oluyor ki genel ve özel şehircilik bilgisi ve savoir faire’yi değişik açılardan anlamak için detaylı yasalara ihtiyaç var. Aynı zamanda insanlardan daha fazla müdahale için talep geliyor. 

H.L.: 1970lerde (genel anlamda) biraz gelişme gösteren kentsel mücadelelere rağmen, insanların pasifliği beni her zaman şaşırtmıştır. Şehir onların etrafında değişiyor ve bunu kabul ediyorlar, benimsiyorlar ve sonuçlarına katlanıyorlar. Finans sektörüne yer vermek için son 10 yılda insanlar şehir merkezlerinden atılıp banliyölere itildiler. Nihayet son zamanlarda bu pasiflik azaldı ve daha fazla tepkiler nedenleriyle beraber gelmeye başladı. Örneğin benim mahallemde, insanlar bir şeyler yapabileceklerini söylüyorlar. Ancak esas eylem mal mülk alımı sonrası yapılır. Mülke, kişisel güvenlik şeklindeki bu bakış, nüfus ve mekan arasındaki ilişkide belli bir değişimi gösterir. Bir taraftan bu daha büyük bir ilgi ve uyanıklıktır, diğer taraftan ise bu yer sahibi için onun kendi malı ve neredeyse vazgeçilmezidir. Fakat bu mekanın uygunluğuyla ilgili sorunları çözmez. Bu durum çok çelişkili bir biçimde gelişiyor. İnsan arkadaşlarıyla olan tartışmalarında, çeşitli kuruluşların toplantılarında ve hatta seçimlerde, mahallesiyle konuştuğundan daha çok konuştuğunu fark ediyor. Kente karşı yeni bir ilgi var gibi gözüküyor. Fakat bu durum ne kadar genelleştirilebilir veya ne kadar sürer bilmiyorum. Gerçekten etkili olur mu onu da bilmiyorum çünkü şimdiye kadar baskın güç özel arsa ve mal mülk sahipliği olmuştur ve daha da güçlü olmaya devam edecektir. 

S.F. : Ne zaman biri insanları planlama aşamasına dahil etmeye çalışsa, bir yanda parçalanmış hatta bölünmüş diyebileceğimiz bir günlük gerçeklik, diğer yanda ise yaşamda bilinçli olarak farkına varılmayan fakat kesinlikle etkili olan daha evrensel bir ölçek ve bütünlük arasında bir zıtlıkla karşı karşıya kalıyor. Şehir sakinlerine etkili müdahalenin yöntemlerini nasıl anlatabiliriz? 

H.L. :İnsanların katılım kapasitesi sorusu çok önemlidir. İnsanlar katılmaya teşvik edilmişlerdir. Kendilerini harekete geçirmişlerdir fakat amaçlar ve sonuçlar çok etkili olmamıştır. Ne mülk sistemi değişti ne de güçlerin hiyerarşisi ile olan ilişki değişti. Mekanı toplumun isteklerine göre tasarlama ihtiyacı ve toplu çıkarlarla giderek daha fazla çatışan özel mülk arasında bir çatışma vardır. Kentselleşme dünyada yayılmaya devam ederken, biz bu problemin çözümüne odaklanmalıyız. Çünkü tarımsal üretim için alan ayırtmak gerekse bile ve ilerici çözümlere rağmen (denizlerin dibinde yaşam alanları), dünyadaki insan nüfusu 10 trilyon olduğu zaman, kentsel çözümlere ihtiyaç duyacağız. 

Kent üzerindeki çalışmalar sadece neyin üretildiğini kaydetmekle sınırlı kalamaz. Günümüzde şehir her şeyden öte tarihsel bir modele göre değerlendiriliyor ve şehirlerin oluşumunun başlangıcıyla ilgili tonlarca çalışma var. Ancak gelecekle ilgili çalışmalar çok az ve sınırlı. Bu çok ciddi bir hata. Bu yüzden etrafımızda olan bitene şaşırıyoruz. Kentsel çalışmaları olasılıklara, ihtimallere, geleceğe yöneltmeye çalıştım fakat bu konuda bir direniş var. Mimarlar bile şehrin geleceğinden, şehrin biçiminden ve binalarla anıtlar arasındaki ilişkiden çok neyin inşa edildiğiyle daha fazla ilgileniyorlar. Belli bir şehir formuna kesin olarak karar vermek zordur çünkü bu, yerleşim yerinin yerel yapılandırmasından, sosyal ilişkilerden, evrenselliğe kadar birçok faktöre bağlıdır. 

S.F. : Oluşumdan da öte kentle ilgili bu tarihi çalışmalar, şehrin fikri ve uygulanması, şehir gerçekliğini farklı tarihi zamanların etkileşim içinde olduğu bir yer gibi gösterme özelliğine sahip olmuştur. Bu çalışmalar kalıcı olanların varlığını ortaya çıkararak, değişiklikleri daha iyi kavratıp, şehre eski soyut modelleri uygulamamızı önlemiştir. 

H.L. : Bu çalışmalar şehirlerdeki gelişimin hatlarını ve gelişme şekillerini gösterme özelliğine sahip olmuşlardır. Fakat bu çalışmalarda öngörü yoktur. Gelecek yüzyılda ne olacak? Kentleri düşünecek olursak sürekli bir geçiş aşamasındayız. Bu sadece mimarları ve şehircileri etkilemez, aynı zamanda sosyologları, ekonomistleri, coğrafyacıları; yani şehirle ilgilenen herkesi etkiler. Kişi gelecekle ilgili tahmin yürütebilmelidir. Spekülasyon ve belirsizlik içerdiği için tahminlere fazla prim verilmediği doğrudur, geçmiş başarılarla ilgili çalışmalar için daha fazla bütçe ayrılır. Bu durum şehircilik düşüncesinin yeni doğduğunu gösterir. Bu hala toprağa bağlı bir düşüncedir, izler ve şekiller bırakan tarımsal üretim mantığına bağlı bir düşünce. Kişi bu sosyal mantıkla oluşturulan formlarda düşünmeye devam eder: Şehir değil, toprak. Kişinin zihniyetini, düşünce stilini ve metodunu değiştirmesi yıllar alabilir. 

S.F. : Gelecekle ilgili tahmin yapmayı reddetmek, geleceğin belirsizliğiyle karşılaştığında, insanın hep yaptığı gibi geçmişi o ana taşıyıp durumu kurtarmaya çalıştığı bir toplumsal kriz durumuna uymuyor mu? Bu biraz da post modern görüşe girmiyor mu? 

H.L.: Bu aynı zamanda bir uygulama, düşünce ve sosyal felsefe sorunudur. Fakat bunu sadece dile getiremeyiz, olasılıkları araştırmalıyız. Bu bana hem krizin getirdiği bir ihtiyaç hem de bu krizin kendisinden bir çıkışmış gibi geliyor. Bu, korkunç bir durum olmasına rağmen bazen yeni araştırmaları ve gelişmeleri teşvik edebilir. Bütün çatışma ve sarsıntılarda yeni fikirlerin oluşumunu göreceğimize inanıyorum. Özellikle de, bence, yaratmaya ve keşfe açık gözüken kentsel düşünce alanında. Üstelik bir kavram olarak şehir krizdeki bir gerçekliği tanımlıyor. 

Çünkü eğer bir temsil etme krizi varsa, unutmamalıyız ki temsil edilen de krizdedir ve değişiyordur. Yarının şehri ne olacak? Bu çok büyük bir soru. Merkeziyet sorusunu ele alalım. Hiyerarşik bir sistemin sürdürülmesine mi tanık olacağız yoksa tam tersine merkezin dağılmasına, merkezlerin çoğalmasına doğru mu yol alıyoruz? Kim neye karar veriyor? Eğer Fransa’yı düşünürsek, valiler ve genel konseyler arasında ayrılıklar vardır fakat bölgeler ve devlet güçlü kalır. 

Bu merkezlerin manevraları için nasıl bir alan olacak? Toplumumuz bizim düşündüğümüzden daha hızlı ve ciddi bir şekilde değişiyor ve finanssal üretim veya evrenselleşmeyle ilgili şehir sorunları, en temel sorunların bir parçasıdır. 

S.F.: Şehir bunalımı bizi, şehrin modern akımdan alınan ve sonradan genelleştirilen belli kavramlarla olan - seri konut üretimi, mantık ve bölgecilik- birliğini sorgulamaya itti. Şehirsel alan, anıtsallık ve özellikle toplumsal alan hiyerarşisi yoluyla, ana etkileşim yeri olarak şehirlerin karmaşasını yeniden keşfettik.

H.L.: Tabii ki! Bu olağanüstü. Bu özellikle burjuva sınıfının ideolojik hakimiyeti. Onlar hakimiyeti ele aldığında, ana uğraşları mal-mülktü. Arsa ve alan sahipleriydiler ve bu ideolojilerinde belirtilmişti. Fakat günümüzde, toplum sadece mal-mülk açısından değerlendirilemez. Şehrin özerk bir gerçekliği vardır. Kendine ait bir hayatı vardır, kendi başına bir varlıktır, arsa veya alan dağıtımına indirgenemez. Cadde, meydan, buluşma noktaları… Bütün bu öğelerle geleneksel olarak adlandırabileceğimiz şehir yaşamı son yıllarda yeniden keşfedildi. Bunların hepsi geri geliyor fakat bu gelenekler bozulduğu için birtakım zorluklar var. Biz de geleneklere bağlı kalmamalıyız, yeni şeyler üretmeliyiz. Ve tabii ki bu bir gün de olamaz. Eski Roma’yı inşa etmek yüzyıllar aldı! Kimse şehir yaşamını, reddedemez veya görmezden gelemez. Sadece akıntıya kapılıp gidiyor olmamız bile buna bir örnek, hali hazırda kurulu bir çevrede, yapılanları takip ediyoruz. Bu da geleceğe yönelik bir düşünceye olan ihtiyacı gösterir. 

S.F.: Günümüzde mimarlar ve şehirciler projelerinde gitgide simgesel mesajların taşıyıcıları konumuna geliyorlar. Duruma göre tarihsel, teknolojik veya kavramsal fikirler veren bir izlenim bırakmaya çalışıyorlar. Maalesef, talep de, buna kamu sektörü dahil, aynı yolu izliyor. Bu mekansal uygulamadaki “hayalcilik” ve “halüsinasyonlar” bahsettiğiniz şehir yaşamının kurulmasına pek yardımcı olmuyor.

H.L.: Mekan konusunda çalışmalar henüz son dönemde başladı. Bu çok gelişmemiş bir alan, özellikle de evrensel açıdan bakarsak. Avrupa, Çin veya Amerika kentlerine bakın, hepsinin değişik özellikleri vardır. Los Angeles, Roma’yla aynı şekilde gelişmez. Şehir bilimi birleşme sürecinde yatar ve neredeyse hareketsizdir. Bunun gittikçe daha da önemli olmasını çok arzu ediyorum. Böylece politik, idari ve ekonomik otoriteler herhangi bir şeyi, herhangi bir yolla, herhangi bir yere yapmaktansa, bu bilgiden faydalanırlar. Karikatürize ediyorum ama durum biraz böyle. Banliyölerdeki düzensizliğe bir bakın, altüst olan bizim toplumumuz. Bir tarafta merkeziyet, diğer tarafta kargaşa. Bu yeterince üstünde durulmamış bir ikilem. Biri toplumun çelişkilerini anlatmaya başlıyor fakat şehrin çelişkilerini yeterince anlatmıyor. 

S.F.: Çelişki, şehrin ayrılmaz bir parçası, şehri şehir yapan parçalar bile çelişkili. Örneğin banliyö yollarını ele alalım. Pek çoğunda, bunlar aynı zamanda yerel ve ulusal rotalar ve caddelerdir. Rota / yol çelişkisine önem vermeme, sorunu görmezden gelme veya sorunun bir kısmından kurtulma planları ve şehir hayatının zenginliğine cevap vermeme, durumu içinden çıkılmaz bir hale sokar. 

H.L.: Şehir hayatının zorluklarına ve zenginliğine ışık tutmaya çalıştım. Bunlar biliniyordu ama belli belirsiz ve sadece tarihsel olayların ışığı altında (tarihi kent: Ancien rejimi altında Paris veya Devrim). Ben özellikle şehrin günlük zenginliğinin boyutlarını göstermek istedim. Bunu başarabildim mi bilmiyorum, bu önemli bir iş. Bu, düşünceyi merkezden ayırma ve yeniden merkeze koyma işleminin bir parçası ve kendine yeni yerler bulmalı, yeni çıkarım ve yapım metotları bulunmalı. 

S.F.: Bu çalışma, zaman gibi eski problemler üzerinde uğraşmayı gerektiriyor mu? 

H.L.: Evet. Burada insan, bizimle aynı zaman kavramına sahip olmayan tarihi veya Yunan kentinin sorunlarını buluyor. Bizim fikrimiz özellikle şehirlerin etrafında konumlandırılan endüstriyle ilgili. Eğer şehrimiz emekliler için sadece bir sığınak, turistler ve entelektüeller için ise sadece soyutlamalarla dolu olursa, bu bir felaket olur. Bugün şehri tehdit eden, üretimin sona ermesidir. Geriye kalan soru, şehirde boş zamanların kullanımıyla ilgili. Bu insanların yaratıcılığına kalır. Kimse zamanı nasıl değerlendireceğine ilişkin bir tablo çizemez. Toplumsal bir faaliyette bitmek bilmeden çoğalırlar. Çok fazla özgürlük lafı var ama bu soyut kalıyor. Özgürlük her vatandaş için şehirde -terk edilmiş, ıssız bir yerde değil- maksimum düzeyde olanak demektir. Sanat, bilgi ve yaşananlar düşünülünce boş zaman çok verimli ve üretken olabilir. Bu, imkanların çokluğuyla ortaya çıkan ve kişilerin yeteneklerinin onların kendi dönemlerine göre değerlendirildiği hassas bir konudur. Üretken zaman ve boş zaman arasında yaptığımız ayrım çok belirgindir. 

S.F.: Bilgiyi oluşturma ve şehrin savoir faire’inde ne gibi problemler görüyorsunuz? 

H.L.: Genel olarak bakınca, üniversitelerde şehirlerle ilgili sorunlara ne kadar az önem verdiklerini görüp şaşırıyorum. Şehirciliğe ayrılan kadro çok sınırlı. Paris’te sadece birkaç tane profesör var, vilayetlerde ise bundan bile az. Geleneksel öğretimle karşılaştırılınca bu hiçbir şey değil. Fakat bu konu daha önemli bir sorunla ilgili. Bu, sadece kültürle ilgili bir sorun değil, faaliyetle, verimlilikle, uyumlulukla ve modern dünyayı kavramakla da ilgili. Üniversitedeyken, şehir sorunlarını eğitime dahil etmeye çalıştım. Çoğu zaman aldığım cevap bunun mimarlık okullarının konusu olduğuydu. Şehirle ilgili sorunları bir kenara atan sosyoloji ve tarih dersleri ise saçma görünüyor. Sanki onların özünü yok ediyorlar.

Maalesef, bu durum çok değişmedi ve kentsel araştırmalar için sağlanan kaynaklar minimum düzeyde. Sanki bir gelenek döngüsündeymiş gibi, bilgi geleceğe yönelik değil. Bu toplumun, medeniyetin, bilincin ve bilginin uyumu: ya geleneksel ya da gelecekle ilgili bir araştırma. 

Çeviri: Ekin Balabanlılar

Henry Lefebvre (1996); Writings On Cities, Blackwell.






Türkiye Kentlerinde El Koyarak Birikim

Yusuf Ekici 2008 yılında  ortaya çıkan kapitalist krizin etkileri gün geçtikçe artıyor.  Krizin ortaya çıktığı dönemde, Türkiye’de yet...