28 Mayıs 2013 Salı


Almanya’da yayımlanan Der Spiegel dergisinin elektronik versiyonu olan Spiegel Online ile bir söyleşi gerçekleştiren David Harvey, günümüz sınıf mücadelelerinin giderek artan bir biçimde kentlerde vücut bulduğunu ifade ederken, kentleşmenin önümüzdeki dönemde gerçekleşecek toplumsal çatışmalarda nasıl bir rol oynayacağı üzerinde duruyor:




Spiegel Online: Bir Marksist, bugünlerde işçi sınıfı yerine neden büyük kentlerle ilgilenmeli?

David Harvey:
 Geleneksel Marksistler kuşkusuz ki endüstriyel işçi sınıfını devrimin öncüsü olarak görürler. Buna karşın, bunun Batılı deendüstrializasyonun sonucunda unutulmasından dolayı, insanlar kentsel çatışmaların muhtemelen belirleyici olacağını kavradılar.

Spiegel Online: Borç krizi sırasında Yunanistan’da maaşlar düştü ve sosyal yardımlar tırpanlandı. Tüm bunlar olurken, genel grevler değişiklikleri iptal ettirecek yeterlilikte baskı yaratamadı. Bu, sizin, geleneksel proletaryanın artık devleti felce uğratamayacağı şeklindeki teorinizi destekleyen bir kanıt olarak görülebilir mi?

David Harvey: 
Evet. Günümüz işçi sınıfı, mücadelenin, kentin kendisini merkez aldığı sınıfların daha geniş bir biçimleniminin bir parçası. Ben, geleneksel sınıf mücadelesi kavramını, kent yaşamını üreten ve yeniden üretenlerin tamamının mücadelesi ile değiştiriyorum. Sendikalar kentin gündelik yaşam biçimini –gelecekteki toplumsal çatışmaların bir kilit noktası olarak- göz önüne almalılar. Örneğin ABD’de bu AFL-CIO’yu (AFL-CIO: ABD’de 56 sendikanın çatı örgütü olan “Amerika Emek Federasyonu-Endüstriyel Örgütler Meclisi”; ç.n.) ev hizmetlileri ve göçmenlerle işbirliği yapmaya teşvik etti.

Spiegel Online: Son kitabınız Asi Şehirler’deki temel tezlerden biri, kentsel gelişimin sermaye fazlası sorununu çözdüğü yönünde. Birileri kredi ile yollar inşa ediyor ve mülkiyeti genişletiyor–böylece ekonomik durgunluktan kaçmaya çalışıyor-

David Harvey: 
San Francisco’daki ABD Merkez Bankası (ABD Merkez Bankası, ülkenin 12 ayrı bölgesinde bulunmaktadır; ç.n.) durumu bu şekilde açıklayan yakın tarihli bir raporunda, ABD’nin, tarih boyunca ekonomik durgunlukları her zaman konut inşa ederek ve bunları eşyalarla doldurarak aştığını belirtiyor. Kentleşme, krizi çözebilir –ama bu, her şeyden çok krizden sıyrılmanın bir yöntemidir.

Spiegel Online:
 Bu stratejinin güncel örnekleri var mı?

David Harvey:
 Ekonomi bugünlerde nerelerde en hızlı büyüyor? Çin ve Türkiye’de. İstanbul'da ne görürüz? Her yerde vinçler. Ve 2008 yılında kriz patladığında Çin altı ay içinde, ABD tarafından ithal edilen tüketim ürünlerindeki fiyat kırımlarından dolayı 30 milyon kişilik istihdam yitirdi. Ancak sonrasında Çin hükümeti 27 milyon kişilik istihdam yarattı. Nasıl? Çinliler, muazzam dış ticaret fazlalarını, devasa kentsel gelişim ve altyapı programını oluşturmaya kullandılar.

Spiegel Online:
 Böylesi bir acil kriz stratejisi, Çin’inki gibi otoriter bir yönetime sahip olmakla desteklenmiyor mu?

David Harvey: Yalnızca, Obama’nın Goldman Sachs’a (ABD merkezli çokuluslu yatırım bankası; ç.n.), müteahhitlere para verme talimatı verdiğini farz edin –iyi şanslar! Ama bir Çin bankası Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi’nden bir talimat aldığında, istendiği kadar çok borç verir. Çin hükümeti, bankaları imar projelerine büyük miktarlarda para tedarik etmeye zorladı.

Spiegel Online: 
Bu türden bir kentleşme muhakkak kötü bir şey mi?

David Harvey: Kentleşme, sermaye fazlasının üst sınıf için şehirler inşa etmesi doğrultusunda akıtmak için bir kanal. Bu, şehirlerin yaklaşık olarak ne olduğunun yanı sıra kimin orada yaşayabileceğini ve kimin yaşayamayacağını yakın zamanda tanımlamış etkili bir süreç. Ve şehirlerdeki yaşam kalitesini insanlar yerine sermayenin şartlarına bağlı olarak belirliyor.

Spiegel Online: 
Bununla birlikte İstanbul’da devletin konut edindirme kurumu olan TOKİ yoksullar için birtakım konutlar inşa ediyor. Bu sizin tezinizle çelişiyor mu?

David Harvey: Hayır, çünkü “Gecekondu” denilen evlerin sakinleri, kestirme yoldan şehir merkezinden 30 kilometre uzaklıktaki gelişmekte olan alanlara nakledilmiş durumda. Devasa bir uzaklaştırma.

Spiegel Online: ABD’deki yüksek faizli konut kredisi krizi (ABD'de, kredi notu düşük olan yoksullara, daha yüksek faiz oranından kredi verilmektedir; ç.n.) tamamen alt sınıfları ev sahipliği kapsamına alma girişiminden baş gösterdi. En yoksullar bile kredi alabilsinler diye tedbirsiz finansal ürünler yaratıldı.

David Harvey: Kredi ver! Bu slogan, neoliberal gündeme kabul ettirildi. Ancak bu yeni bir şey değil. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki McCarthy döneminde hâkim sınıflar, konut sahipliğinin, toplumsal kargaşayı önlemede önemli bir rol oynadığını fark etmişlerdi. Diğer taraftan, sol faaliyetlere Amerikan karşıtı olduğu iddiasıyla savaş açılmıştı. Öte yandan inşaat sektörü finansal reformlar ve ipoteğe ilişkin reformlar ile desteklendi. 1940’larda ABD’de oturduğu mülk kendisinin olanların oranı hâlâ yüzde 40’ların altındaydı. 1960’larda hâlihazırda yüzde 65’ti. Ve 2000’lerdekison gayrimenkul patlaması süresince yüzde 70’e yükseldi. 1930’ların sonundaki ipotek reformuna ilişkin tartışmalarda anahtar cümle şuydu: “Borçlu konut sahipleri greve gitmez.”

Spiegel Online: Düşünürler Michael Hardt ve Tony Negri, (Türkçeye çevrildiği ismi ile; ç.n.) “Ortak Zenginlik” isimli kitaplarında, kentin, kamu yararının üretildiği bir fabrika olduğunu iddia ederler. Aynı fikirde misiniz?

David Harvey: 
“Kent müşterekleri”nin tanımı etrafında hayli dönüyor. New York ve Londra’daki işgal hareketlerinin özelleştirilmiş parkları teslim aldıklarında ispat ettikleri üzere, merkezi meydanların kamuya ait olduğu gerçeği, kent hakkı bakımından önemli. Bu bağlamda, Paris Komünü’nün sunduğu tarihsel örneği beğeniyorum: Kenar mahallelerde yaşayan insanlar, dışına atıldıkları şehri geri kazanmak üzere kent merkezine dönmüştü.

Spiegel Online:
 İşgal hareketi, kent hakkını ısrarla istemeli mi? Ev ev, park park?

David Harvey: Hayır, bunun için siyasi güce ihtiyacınız var. Ancak şu günlerde sol, kent politikalarını gerektiren geniş çaplı projelerden ne yazık ki uzak duruyor. Bana göre gönüllü olarak iktidarı teslim ediyor.

Spiegel Online: Siz bir Marksist ve toplumsal teorisyensiniz. Son kitabınızda, sermayenin yerel çelişkilerden ekstra kâr sağlaması anlamında “rant sanatı”ndan bahsediyorsunuz. Tam olarak ne demek istiyorsunuz?

David Harvey: Basitçe söylemek gerekirse, bir tekelci çok rağbet gören malı için değerinden yüksek bedel isteyebilir. Bugünlerde kentler, kendilerini kültürel anlamda eşsiz ilan ederek yüksek bedeller istemeye çalışıyorlar. 1997 yılında Bilbao’da Guggenheim Müzesi’nin inşa edilmesinden sonra dünyanın her yanından kentler bu örneği takip ettiler ve simge projeler geliştirmeye başladılar. Amaç şunu söyleyebilmek: “Bu kent eşsiz ve burada bulunmak için özel bir fiyat ödemenizin gerekmesinin nedeni bu.”

Spiegel Online: 
Ama tüm şehirlerin bir Guggenheim Müzesi ya da şu anda Hamburg’da inşası süren filarmonik binası (Muhabir burada, Hafen City Filarmonik Binası inşaatından bahsediyor; ç.n.) gibi yapıları olursa, amiral gemisi projelere ulaştıklarında başarısız olmalarına sebep olacak bir çeşit enflasyonist etki olmayacak mı?

David Harvey: 
Balon İspanya’da şimdiden patladı ve birçok dev proje yarısı tamamlanmış halde duruyor. Aklıma gelmişken; Olimpiyat Oyunları, futbol Dünya Kupası ve müzik festivalleri gibi önde gelen birçok etkinlik de aynı amaca hizmet ediyor. Şehirler pazarda kendilerine birincil bir konum sağlamaya çalışıyorlar. Fevkalade güzel bir mahsulün nadir bulunan şarabı gibi.

http://www.spiegel.de/international/world/marxist-and-geographer-david-harvey-on-urban-development-and-power-a-900976.html adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir. 


Çeviri: Erkan Çınar / Gerçeğin Günlüğü

Kaynak:http://gercegingunlugu.blogspot.com/2013/05/kentsel-snf-savasm-sehirler-zenginler.html

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Marksizm: Dün, Bugün, Gelecek - Bertell Ollman


16.05.2012
Türkiye’ye bir dizi konferans vermek amacıyla Yordam Kitap tarafından çağırılan Marksist Siyaset Bilimci Bertell Ollman 12.05.2013 tarihinde yaklaşık 3 saati bulan “Marksizm: Dün, Bugün, Gelecek” başlığı üzerine bütünlüklü bir sunum yaptı. Bu yazıda panelde aldığım notları ve Bertell Ollman’ı dinlemeye gelen birçok arkadaş ile sonrasında yaptığımız tartışmaları elimden geldiğince anlatmaya çalışacağım. Bertell Ollman’ın yaptığı konuşmada benim aldığım notlara ilişkin görüş yazılırsa bu yazının kendisi bir adım daha ileriye götürecektir. Panel sırasında aldığım notları maddeler halinde açıklayacağım. Ayrıca simultane çeviride oldukça başarılı olan Sungur Savran’ın emeğini unutmamak gerekir.

            Yordam Kitap, Ekim 2006’da Bertell Ollman’ın “Diyalektiğin Dansı Marx’ın Yönteminde Adımlar” adlı kitabının ilk Türkçe çevirisini yayınladı. Bertell Ollman’ın İzmir’de yaptığı sunumun içeriği bir nevi bu kitabın bütünlüklü bir özeti gibiydi. Bu kitabın başında Karl Marx’ın “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş” adlı çalışmasından bir alıntı yer alıyor:“Olduğu yerde donup kalmış koşulları, kendi şarkıları eşliğinde dans etmeye zorlamalıyız”.Yapılan sunumda Bertell Ollman olduğu yerde donup kalmış koşulları kendi şarkıları eşliğinde dans ettirmenin tek yolunun diyalektik olduğunu dönüp dolaşıp vurguladı.

            Kapitalist sistemin doğduğu günden bugüne yaşadığı dönüşümler toplumsal hayatın da köklü bir şekilde dönüşmesini sağladı. Yaşanan bu dönüşüm nedeniyle mevcut bir durum üzerinde tahlil yapan birçok Marksist insanın da oldukça sığ yorumlar yaptığını belirterek sunumuna ilk olarak Marksizm ne değildir? sorusunu sorarak cevaplamaya çalıştı. Bazı kavramlar vardır ki kullanıldıklarında birçok farklı anlama gelmektedir. Olaya bu şekilde bakıldığında kavramların hiç de masum olmadığı görülecektir. Bu kavramlara örnek vermek gerekirse; planlama, kalkınma, reform vb.dir. Ollman konuşmasında Marksizmin ne olmadığına dair bazı maddeleri şu şekilde sıraladı:
  •    Marksizm ekonomik bir kalkınma mıdır?
  •    Marksizm ekonomik determinizm midir?
  •   Marksizm bütün ezme ve ezilme biçimlerine karşı mıdır?
  •    Marksizm ütopik bir düşüncenin bir biçimi midir?
  •    Marksizm sadece belli konuları (kadın sorunu, çalışma hayatı vb.) gündemine alacak bir bilim midir?

Bertell Ollman yukarıda sıralanan maddelere yüksek sesle “hayır” dedi. Yukarıda sıralanan maddelere “evet” diyen kesimlerin özellikle yanlış bir Marx okuması yaptığını belirtti. Yukarıda sıralanan maddeler gerçek olsaydı Marx’ın tamamlayamadığı Kapital’i kuşkusuz bir ekonomi kitabı olarak kabul edebilirdik. Kapital’i okuyanlar onun ekonomi kitabı olmadığını pek ala farkındadır. O zaman Marx’ın esas konusu nedir? Marx’ın temel mevzusu kapitalist toplumun hareket yasalarını ortaya koymaktı ve bunu büyük ölçüde başardı.

            Kapitalist sistem bir süreç ve ilişki ağında düşünüldüğünde olgular birbirinden neden bağımsız görünür? Marx yaptığı çalışmaların büyük bir kısmında görüngülere değil gerçeğin daha derinlerde olduğu vurgusu bulunmaktadır. Ollman ise kapitalizmin görüntü ile gerçek arasındaki esrarlı perdeyi sürekli olarak sıkı tutmaya çalıştığını belirtti. Esrarlı perdenin ortadan kalkmaması için kapitalistler büyük bir çaba harcamaktadırlar. Kriz dönemlerinde görüngü ile gerçek arasında bulunan fark azalmaktadır. Bertell Ollman bu konuya şöyle bir örnek vererek “sular çekildiği zaman çıplak olanları görürsünüz” şeklinde özetledi. O halde yapılması gerekenin tarihsel bağlamından koparmadan kapitalizmin özgül parçalarını karşılıklı etkileşim içine sokarak kıvılcım çıkarmak gerektiğidir.

            Diyalektik yöntem nedir? Diyalektik yöntemi öğrenmenin önemi nedir? Bertell Ollman olguların, olayların daha net anlaşılmasını sağlayan diyalektik yöntemi şu şekilde tanımladı: “Diyalektik yöntem; bir olayı açıklarken sınırların nasıl çizileceği birimlerin nasıl oluşturulacağı meselesini gündeme alır.” Marksizm bizi yöntemle (diyalektik) ve pratikle (sınıf mücadelesi) donatarak sürekli değişen topluma dair çıkarımlarımızın güncellenmesini sağlar ve böylelikle topluma başka bir dünyanın mümkün olduğu çabasına yardımcı olur. Marx kapitalist toplumun hareket yasalarını açıklamaya çalışırken soyutlamaya başvurmuştur. Marx’a göre soyutlamalar yapılmadan kavramaları açıklamak oldukça güçtür. Bertell Ollman’ a göre diyalektik yöntem olmadan dünyada yaşanan değişim ve dönüşümleri anlamak pek mümkün değildir.

            Kapitalist üretim biçimin diğer üretim biçimlerinden temel farkı nedir? Marx Kapital’in 1.cildinde Özgürlük, Adalet, Eşitlik, Bentham! şeklinde bir ifade kullanır. Bu kavramları diyalektik bir bütünlük içerisinde tartıştığımızda kapitalist üretim biçiminin temel farkını ortaya koyma şansımız oldukça yüksektir. Burada dikkat edilmesi gereken temel nokta; “kapitalizm bir şey değil, bir süreçtir” bundan kaynaklı el aldığımız olguları da bu kapsamda değerlendirmek zorundayız.

            Kapitalizmde “özgürlük” emek gücünü satma özgürlüğüdür. Olgun kapitalist sistemde hiç kimse silah zoru ile çalıştırılmaz. Herkes kendi emek gücünü dilediği kapitaliste satar. Pazar ilişkileri nasıl ki metaların değerlerini belirliyorsa, emek gücünün değeri de burada belirlenir. Yalnız burada bir ayrıntıyı gözden kaçırmamak gerekir işçi emek gücünü satmadığı zaman yaşama şansı yoktur. Bu noktaya dikkat ettiğimizde sloganda yer alan “Özgürlük” ifadesinin ne anlama geldiği daha net anlaşılacaktır. Kapitalist sistemde “adalet” sermaye birikiminin devamlılığını merkezine alır. “Eşitlik”; her işçinin üretim araçları karşısındaki konumudur. Kulağımıza oldukça hoş gelen kavramları üretim ilişkileri içerisinde düşündüğümüzde kendimizle çelişkiye düşeriz. Marx bu durumu şöyle ifade etmişti: “kapitalizmde her şey çelişkili gözükür ve gerçekten öyledir”.Özgürlük, Adalet, Eşitlik, Bentham! Bertell Ollman'a göre bu sloganın arkasındaki sır oldukça önemlidir.

            Kapitalist sistemin diğer sistemlerden temel farkı artı değer sömürüsüdür. Çok kısa ifade etmek gerekirse bir işçinin belli bir iş günü sonrası harcadığı emek sayesinde oluşan değerin sadece bir kısmını elde etmesidir. Kapitalist üretim ilişkileri geliştikçe gerekli emek (işçinin emek gücünü yeniden üretebileceği miktar) ile artı emek (karşılığı ödenmemiş emek) arasındaki oransal farklılık sermayenin lehine olmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken en temel nokta; kapitalist bölüşüm ilişkileri düşünüldüğünde işçilerin bizzat kendi ürettiklerinin toplamı içinden satın alabileceklerinin payının gittikçe azalmasıdır (Burada işçinin aldığı ücret üzerinden yorum yapmak doğru değildir. Önemli olan bir işçinin satın alabileceği miktar değil yarattığı değerden aldığı paydır).

            Kapitalist sistemde üretimi açıklarken ne tür alt başlıklar kullanılmalıdır? Üretim tarzı açıklanırken; dağıtım, mübadele, ticaret, finans, tüketim gibi kavramların hem kendi başlarına hem de bir bütünün içinde birbirleriyle olan ilişkisi ortaya konulmalıdır. Böyle yapıldığı zaman üretim tarzı bilimsel bir şekilde açıklanmış olacaktır. Olgular arasındaki ilişkiyi anlamada bir diğer önemli temel unsur bulunmaktadır. Bu temel unsur olguların tarihsel kökenine bakmanın gerekliliğidir, böylece olguların maddi ön koşulları kavranabilir. Ollman’ın deyimiyle bugünden düne gitmek!

            Devlet mekanizması sermaye birikim sürecinde nasıl bir yerde durmaktadır?Bertell Ollman’a göre devlet mekanizmasını bir baskı aracı olarak tanımlamak doğru ama yeterli bir tanımlama değildir. Ollman, kapitalist sistem geliştikçe devletin erkinin yeni rollere bürünmek zorunda olduğunu belirtti. 1980 sonrası dönemde devletin aldığı biçime baktığımızda sermaye ile yeni bir ilişki içerisine girmiştir. Aslında devletin görünen yüzü ile gerçek yüzü arasındaki esrarlı perde görece ortadan kalkmıştır. Yeni dönemde devletin sermaye ile bir bütünün parçası olduğu gerçeği daha net görünmektedir. Devletin görünen yüzüne baktığımızda karşımıza “kamu” olarak çıkmaktadır. Fakat kâr oranlarının düştüğü bir ortamda veya Ollman’ın deyimiyle “suların çekilmesiyle çıplak olanların daha net ortaya çıkacağı” durumda devlet erkinin sermaye birikimi açısından anlamı daha net anlaşılacaktır.

Terori ile pratik arasında nasıl bir ilişki bulunmaktadır? Bertell Ollman’ın konuşma başlıklarından bir diğeri ise strateji ile taktik arasındaki temel farklılıkları açıklamasıydı. Bu konuyu açıklarken Marx’ın kendi döneminden örnekler verdi. Bertell Ollman’a göre Marx daha çok strateji konuları üzerine çalıştı, taktik konusunda oldukça az çalışmasının olduğunu belirtti. Verdiği bir örnekte Marx’a Hollanda’dan gelen bir mektupta nasıl bir mücadele tarzı yürütecekleri sorusu sorulduğunu, Marx'ın bu konuda fikir belirtmenin zor olacağını, çünkü Hollanda'da yapılan mücadele konusunda bilgisinin az olduğunu ama yapılması gerekenin en temel sorunlar üzerinde durmak olduğunu belirtmiştir. Örneğin Karadeniz’de yapılacak mücadele HES mücadelesidir, Mersin’de Nükleer Santrale Hayır mücadelesi, İzmir’de Taşeronlaşmaya Hayır mücadelesi, İzmir Müzisyenler Derneği’nin Sigortasız Çalışmaya karşı mücadelesi, Ankara Dikmen Vadisi halkının Barınma Hakkı talebidir. Bu listenin farklılaşmasının temel nedenleri kapitalizmin eşitsiz gelişimi, her bölgenin farklı toplumsal yapısıdır…

           2008 yılında yaşanan ve bugün etkileri devam eden kriz hakkında ne söylenebilir? Bertell Ollman yaşanan son krizin diğer krizlerden oldukça farklı olduğunu söyledi. Yaşanan krizin nedenini son birkaç yılda yaşanan değişim ve dönüşümlere bakılarak anlatmak mümkün değildir. Bundan kaynaklı Ollman her kriz gibi bu krizin de tarihsel bir süreç içinde diyalektik yöntem aracılığıyla açıklanabileceğini belirtti. Olgulara diyalektik bir ilişki kurulmadan bakıldığında krizin nedenleri ile sonuçları büyük ihtimalle yer değiştirmektedir. Bertell Ollman yaşanan birçok krizin eksik tüketim, aşırı üretim gibi görüngülerle ortaya çıktığını belirtti (her ne hikmetse salonda yer alan bazı arkadaşlar Ollman’ın yaşadığımız krizleri aşırı üretim ve eksik tüketim gibi nedenlere bağladığını anlamış). Marx’a göre gerçek ile görüngü aynı şey olsaydı bilime gerek kalmazdı. Bertell Ollman bu noktanın üzerinde durarak, ardından Marx’tan alıntı yaparak krizin nedenleri ile sonuçlarının birbirine karıştırıldığını belirtti (salondaki bazı arkadaşlarımız bu noktayı kaçırmış. Ollman Marx’ın kriz kuramı üzerine yaptığı çalışmasının yakın zamanda biteceğinin haberini verdi). Bertell Ollman ayrıca krizlerden kurtulmanın tek yolunun krizi yaratan nedenlerin ortadan kaldırılması gerektiğini belirtti (Ayrıntılı olarak özel mülkiyet mevzusu üzerinde durdu).

            Kapitalizmin gelişmişlik açısından geldiği noktaya bakıldığında yaşadığımız krizden kurtulması neden mümkün değildir? (Günümüzde ekonominin konusu olmayan alanları düşündüğümde bu söylem bana oldukça iddialı geldi). Ollman bu sorusunu şu nedenlere bağladı;
  •  Canlı emeğin oransal olarak üretim sürecindeki payının azalması, yedek işçi ordusunun büyümesi,
  •   Otomasyon,
  •   Bilgisayarlaşma,
  •   E-ticaret, 
  •   Offshore (kıyı ötesileşme),
  •  Out-sourcing (başka ülkelerde taşeronlaşma),
  •   Değersizleşme,
            Ollman, yukarıda tanımlanan nedenlerden kaynaklı olarak, gelinen noktada kapitalizmin kendi sonuna doğru büyük bir hızla yaklaştığını belirtti. Bundan dolayı yaşadığımız krizin nihai bir kriz olduğu, bu noktada Rosa Luxemburg’un “ya barbarlık, ya sosyalizm!” tespitine katıldığını belirtti.

            Kapitalizmde planlı üretim yapılabilir mi? Ollman her kapitalistin kendi içinde planlı üretim yaptığını ama kapitalist sistem bir bütün olarak düşünüldüğünde planlı üretimin mümkün olmadığını belirtti. Bunun temel nedeni sermayenin içkin özelliği olan büyüme hırsının olmasıdır. Örneğin rekabet olgusunu tek başına ele aldığımızda bir kapitalistin kendi başına yaptığı planlamanın bütün içinde çok da bir anlamı bulunmamaktadır.

            Krizin yarattığı olanaklar nedir? Ollman’a göre kriz dönemleri işçi sınıfının bilince varması, safların netleşmesi, muğlâk tanımların ortadan kalkması ve işçi sınıfı partilerinin kitleselleşmesine önemli katkılar sunduğunu belirtti. Tabi burada taktik ve stratejinin önemini unutmamak gerekir. Bertell Ollman’ a göre, iş aramak zorunda olan işini yitirme korkusuna sahip olan herkes işçi sınıfına dahildir.

            Kapitalizm madem bu kadar kötü bir durumda alternatifini nasıl oluşturacağız?İşçi sınıfının kurtuluşu Marx’ın belirttiği gibi kendi eseri olacaktır. İşçi sınıfının partisi devrim için temel yapı taşıdır. Partinin kendisini işçi sınıfıyla ete kemiğe büründürmesi gerektiğini belirten Ollman bunun için parti kadrolarının Marksizm'i iyice kavraması gerektiğini sıkça vurguladı. Günümüzde işçi sınıfı partilerinde diyalektiğin yeterince anlaşılamamış olması nedeniyle partinin işçi sınıfı adına politika üretmekte son derece yetersiz kaldığını belirtti.

            Kapitalist toplumda sosyalizm ve komünizm görüngülerini görmek mümkün müdür? Bertell Ollman’a göre gelişmiş kapitalist toplumda sosyalizm ve komünizm görüngüleri oldukça fazladır. Önemli olan bunu topluma anlatabilecek yol ve yöntemin oluşturulmasıdır. İşçi sınıfının önemli bir birikime sahip olduğunu vurgulayan Ollman aynı zamanda SSCB, Küba, Şili gibi deneyimlerinden ders çıkarmak gerektiğini belirtti. Ollman ayrıca 1917 Ekim Devrimi döneminde yaşasaydı Bolşevik Partisi’ne üye olacağını belirtti. Ollman bu konuda sol harekete yönelik “geçmişin deneyimlerini genelde olduğu gibi sahipleniyoruz, asıl önemli olan yanlış yapılan şeyleri söyleyerek deneyimi sahiplenmektir” şeklinde eleştiride bulundu. Ollman Diyalektiğin Dansı kitabında yapılması gerekeni şu şekilde ifade etmektedir: “Yaşamın herhangi bir alanında mevcut durumu korumaya yönelik bütün çabalar hüsranla sonuçlanmaya mahkûmdur”. Mevcut kazanımları korumanın tek yolu yeni mevziler elde etmektir.

            Bertell Ollman konuşmasına J.P. Sartre’den bir alıntı ve bir hikâye anlatarak bitirdi. “İşçilerin kapitalizmde özgürlüğü yoktur. Tek özgürlükleri işçilerin kendi özgürlüklerini kazanma mücadelesidir (J.P. Sartre )”. Hikâyede ise bir rahip öğrencilerine cevabı evet veya hayır olacak şekilde bir soru soruyor. Öğrenciler verdikleri cevap ne olursa olsun karşılarındaki rahip kafalarına bir adet sopa indiriyor. Öğrencilerden bir tanesi dayanamayıp sopayı rahibin elinden kapıyor. Ollman, bu hikayeden yola çıkarak işçi sınıfının günümüzde yapması gerekenin sopayı eline almak olduğunu söylemiştir.

·         Bu notlar daha önce okuduğum “Diyalektiğin Dansı” kitabından aldığım notlar ile Bertell Ollman’ın yaptığı konuşma esnasında aldığım notların harmanlanmasıdır.


19 Mayıs 2013 Pazar

Bertell Ollman İle Sınıf Mücadelesi


“Sınıf Mücadelesi”, Marksist felsefeci, siyaset bilimci, New York Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Bertell Ollman’ın keşfi. Yordam Kitap tarafından Türkçeye çevrilen oyun, artık Türkiye’de de satılıyor.
Bertell Ollman, tanınan bir Markist felsefeci, ödüllü bir siyaset bilimci, New York Üniversitesi'nin profesörlerinden biri ve bir masa oyununun yaratıcısı. 'Sınıf Mücadelesi', adından anlaşılacağı gibi bir oyundan öte, işçi sınıfıyla kapitalistlerin arasındaki savaşı ortaya seren bir eğitim seti de. Oyun kadar hayatı da ilginç Ollman'ın; doktora yapana kadar sıkı bir anti-Marksistti, Marks'ı kendisinden dinlediğinde iyi bir Marksist oldu. Oyunu basmak için girişimciliğe soyundu ve...
“Patronun öldü, ama yeni patron da aynı şeyleri yapıyor. Sorunların ahlaksız bir patrondan değil, patronar sınıfından kaynaklandığını anlamaya başladın. 2 varlık”, “Az önce işten atıldın. Kendini, diğer etnik gruplardan işçileri ya da dış rekabeti suçluyorsan, 2 kare geri git. Kapitalistleri suçluyorsan, 2 kare ileri git”, “Geçen hafta bulaşık yıkamadıysan veya akşam yemeği hazırlamadıysan 2 kare geri git (Kadın-erkek ayrımı kapitalist sınıfa hizmet eder)”, “Sendika kurma hakkı kazandın!”...
Hayatın herhangi bir yerinde karşınıza çıkabilecek bu cümleler, bir masa oyununun yönlendirme kartlarından. “Sınıf Mücadelesi”, Marksist felsefeci, siyaset bilimci, New York Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Bertell Ollman’ın keşfi. Yordam Kitap tarafından Türkçeye çevrilen oyun, artık Türkiye’de de satılıyor. Bu sadece bir oyun değil, Marksist öğretinin masaya dökülmüş hali. Sizleri Ollman’la ve oyunla tanıştırayım da buna siz karar verin:
- Marksizmle nasıl tanıştınız?
- Wisconsin Üniversitesi’nde öğrenciydim, o dönem Amerika’daki tek Komünist Gençlik Kulubü bizim üniversitedeydi ve ben onlardan nefret ederdim. İlerici Sosyal Demokrat Kulubü’nün başkanı olarak onlarla 3-4 büyük münazara yaptım. Marks’a dair çok çok az biliyordum, ama iyi bir münazaracıydım. Onlarsa iyi bilseler de kötü tartışıyorlardı. Ben kazandım. Tezim, Marksizm üzerine düşmanca eleştirilerle ilgiliydi. Bir yıl Marks’ın ne kadar yanlış, aptal olduğunu anlatan kitaplar okudum. Tam bir anti-Markist uzmandım. Oxford’da doktora yaparken bunla övünüyordum. Komünistlerse, “Marks’ın karşısındaki her şeyi biliyorsun, ama kendisini okumamışsın” diyordu. Haklıydılar. İki yılımı sadece Marks okuyarak geçirdim. Garipti, çünkü Kapital’in ne diyeceğini ve niye yanlış olacağını okumadan biliyordum, ama sayfayı her çevirişimde aslında eleştirilenden başka bir şey söylendiğini gördüm. Keşfettiğim Marks’a hayranlık duymaya başladım. Böylece yavaş yavaş Marksist oldum.
- Tanınan bir Marksist felsefeci, ödüller almış bir siyaset bilimcisiniz. New York Üniversitesi’nde politika dersi veren bir profesörün “oyun”la işi ne?
- Keşke ben de bilsem (gülüyor). Yazar bir arkadaşımla burjuva kültürü üzerine çok tartışırdık. Masa oyunları da konularımızdandı, çocuklar ve gençler dünyayı bu oyunlarla anlamaya çalışıyor ve çoğu zengin olmak üzerine. Düşünün, “Yalan söyle, aldat ve çal” adında bir oyun vardı. Bunun alternatifi olmalı, diye düşündük. O zaman komünist ülkeler vardı. Rus bir arkadaşıma sorduğumda, “Evet, ‘Amerikalıları Aya En Hızlı Kim Götürecek?’, adında bir sosyalist oyunumuz var” dedi. Macaristan’daki arkadaşımsa “Var, adı da; En hızlı kim Dacia marka araba alacak?” dedi (Gülüyor). Bunları duyunca, sosyalist oyun nasıl olabilir, diye tartıştık. Ben daha ileri gidip 4-5 sene tatillerde notlar aldım. Karım ve oğlum, delirdiğimi düşünüyorlardı. Oyunu hazırladığımdaysa, artık delirdiğimden emindiler.
- İlk onlarla mı oynadınız?
- Sosyalist oyun hakkında konuştuğum arkadaşım, eşlerimiz ve onun kızıyla oynadık ilk. Arkadaşım, kapitalisti oynadı, on yaşındaki kızı işçileri. Kızına karşı çok acımasızdı, iyi bir kapitalistti yani, ama işçiler kazandı. Herkes çok eğlendi. Ama annesi, yatma vakti geldi, dediğinde küçük kız “Tüm güç işçilerde” diye direndi. O an, “Ben ne yaptım” dedim (gülüyor). Platon’un “Yasalar” kitabında oyun keşfedenler hakkında bir bölüm vardır, “Dünyadaki en tehlikeli insan oyun keşfedenlerdir, çünkü insanlar, özellikle çocuklar oyundan öğrenir” der. Bunu okuduğumda komik gelmişti, ama şimdi emin değilim.
- Oyunu piyasaya çıkarabilmek için de epey uğraşmışsınız...
- Büyük oyun şirketlerine yolladım, bakmadılar bile. Sonunda 12 profesör arkadaşımla Sınıf Mücadelesi AŞ’yi kurup kendimiz yaptık oyunu. Çok popüler oldu. New York Times gibi gazetelerde bir senede 300 haber yayımlandı. Yarım milyon sattık. Oyuncak işindeki bir arkadaşımız, oyun satanlar çok muhafazakârdır, sosyalizm başlıklı oyun almazlar, hatta onu üreten firmanın diğer oyunlarını da almazlar, demişti. Doğru çıktı. Kanada’da büyük bir zincir 500 tane alıp bir haftada sattı, ama başka almadılar. Nedenini sorunca genel müdür “Baştan almamız hataydı, bu oyunu alan herkes cehenneme gidecek” dedi.
- Yine de şimdiye kadar beş dile çevrilip satıldı oyun. Şimdi de Türkiye’de.
- İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca ve İtalyanca’ya çevrildi. İtalya’da oyunu büyük bir zincir sattı, ama çok korkuyorlardı. Oyunu tanıtmaya İtalya’ya davet ettiklerinde büyük basın toplantısı düzenlediler. Bir arkadaşımı tercümeyi kontrol etmesi için çağırdım. Çünkü genel müdür, gerçek hayattaki sınıf mücadelesine girme, eğlenceli kısımlarını anlat, deyip duruyordu. Sınıf mücadelesi hakkında söylediğim hiçbir şeyi çevirmemişler. Umarım şimdi söylediklerim çevriliyordur (gülüyor).
- Oyunun Marksist mücadeleye nasıl bir katkısı olabilir?
- Sınıf mücadelesini sosyalistlerin kazanması için, sınıf bilincinin oluşması ve kapitalizmi reforme değil, alt eden, işçi sınıfını temsil eden bir parti şart. Oyun da bu rotada ilerliyor. Yoğun mücadele noktalarına işçiler, partileri olmadan girerlerse kesin kaybediyor. Bu yüzden oynayan çocuklar şunu anlıyor ki, başarı için işçi sınıfının partisi olmalı. Evet, bu bir oyun, ama aynı zamanda bir eğitim. Oyun kılavuzu bir kitap gibi. Yarım milyon satıldığını ve birini altı kişinin oynadığını düşünürsek, Marks ve Engels’in kitaplarından sonra en çok okunan Marksist kitap. Bununla büyük gurur duyuyorum.
Cumhuriyet / 19.05.13

Türkiye Kentlerinde El Koyarak Birikim

Yusuf Ekici 2008 yılında  ortaya çıkan kapitalist krizin etkileri gün geçtikçe artıyor.  Krizin ortaya çıktığı dönemde, Türkiye’de yet...