10 Ocak 2015 Cumartesi

Türkiye Kentlerinde El Koyarak Birikim

Yusuf Ekici

2008 yılında  ortaya çıkan kapitalist krizin etkileri gün geçtikçe artıyor.  Krizin ortaya çıktığı dönemde, Türkiye’de yetkili merciler tarafından “Hamdolsun teğet geçti, bakın şu kadar konut, şu kadar km otoyol, köprü, okul, hastane yapıyoruz.” gibi açıklamaları ile pembe bir tablo çizilmeye çalışıldı. Özellikle 2008 yılı sonrası ekonomik göstergeler dikkate alındığında, tablonun pek de parlak olmadığı görülüyor.[1]

Bu yazıyı kaleme almamdaki amaç, geçtiğimiz günlerde hükümet tarafından “3194 sayılı İmar Kanunu’nda yapılması öngörülen değişikliğin kentsel mekânı bekleyen olası etkileri üzerine yapılan tartışmaya katkıda bulunmak. Kanunda yapılması öngörülen değişiklik incelendiğinde önümüzdeki dönemlerde de kentsel mekânda metalaşma ve el koyma süreçlerine ilişkin yeni “yasal” dayanaklarının kurgulanmaya çalışıldığı görülecektir. Konuya ilişkin Ümit Akçay, yasa taslağında yer alan “İmar Hakkı Transferi (İHT)”, sisteminin kentsel mekânın metalaşmasının derinleşmesi ve finansal sistem ile bütünleşmesine ilişkin önemli bir katkıda bulundu[2]. Ümit Akçay’ın bıraktığı yerden tartışmayı devam ettirmek adına, bazı temel başlıklara değinmekte ve kent planlama pratiklerine ilişkin yeni tartışma alanları açmakta fayda var.

Özellikle 3 Kasım 2002 tarihinden sonra AKP hükümeti, ülkenin “planlı” gelişimini sağlamak amacıyla, kamusal ve doğal kaynakları metalaştıran, bu kaynaklara sermaye ile ortak bir şekilde el koyan yönelik çok sayıda icraatta bulundu[3]. Başta TMMOB olmak üzere birçok kurum/kuruluş, mevcut imar planları ve mevzuatı bir bütün hâlinde büyümenin önünde  “akıl dışı” engel olarak gördü.  Mevcut hâliyle bile, oldukça sıkıntılı bir içeriğe sahip bulunan imar mevzuatında yer alan kamusal kaynakların sınırlandırılmasına ilişkin bazı temel ifadeler dahi engel olarak görüldü. Esası itibariyle yapılan yasa değişikliklerinin büyük bir çoğunluğu, sermayenin mekânsal müdahalesinin dayanağını oluşturmak amacıyla yapılmaktadır.  Fakat yapılan yasal düzenlemeler, sermayenin büyüme hırsı nedeniyle kısa sürede anlamını yitirmesine neden olmaktadır. Örnek vermek gerekirse İstanbul 3. Havalimanı projesi için yaşanan süreç  mevcut hukuk düzenin bile tanınmadığını göstermektedir[4].

Planlama kavramı, bilimsel olarak kamu yararı kavramı ile beraber düşünüldüğünde toplumsal ihtiyaçların giderilmesinde oldukça önemli niteliğe sahiptir. Ancak özellikle neoliberal politikaların 2000’li yıllar itibariyle kentsel mekân ile kurduğu ilişki dikkate alındığında, kamu yararı tanımının oldukça değişkenlik gösterdiği rahatlıkla gözlenebilir.

Sermayenin mekânsal hareketliliği önündeki engelleri aşmak için yakın dönemde Resmi Gazete’de yayımlanan Mekânsal Planlar Yapım Yönetmeliği ile inşaat sektörü ve arazi rantı üzerinde temellendirilen ekonomi politikalarının uygulanmasında ve rantın dağıtımında planlama kurumunun araçsal rolü bir kez daha ilan edildi.  Devlet ve sermayenin ortak aklı ile hazırlanan her yasal düzenleme, bütüncül planlama yerine projeci bir yaklaşımı kentlere dayatmakta ve parsel bazında kentsel müdahaleyi meşrulaştırmaktadır.

Yapılan düzenlemeler, genellikle yürürlükte bulunan mevzuat ile çelişkili bir içeriğe sahiptir.  Kanun ve yönetmeliklerin birbirleriyle uyumlu olması ve muğlak ifadeler yerine net olarak ifade edilmiş hükümlerin bulunması gerekmektedir. Özellikle son on yıldır yapılan hukuksal düzenlemelerin büyük bir çoğunluğunda, merkezileşmeyi dayatan çelişkili ve muğlak ifadelerin yoğun bir şekilde yer aldığı gözlenebilir. Söz konusu muğlaklık bilinçli bir şekilde yapılmakta olup, esasında sermayenin mekânsal müdahalesini kolaylaştırmaktadır.[5] Bu muğlaklık; kentlerin ortasına adeta bir hançer gibi saplanan büyük ölçekli projelerin yaygınlaşmasına, kamusal kullanımların (Eğitim Alanı, Park Alanı, Kültürel Alan vb.) piyasa mekanizmasına dâhil edilmesine ve planlamanın içeriksizleştirilerek toplumsal sınıfların mekân aracılığıyla yeniden üretilmesine neden olmaktadır.

Demokratikleşme kavramını dilinden düşürmeyen iktidar erki, yaptığı her hukuksal düzenleme ile kavramın altını iyice oymaktadır. Ayrıca kentsel mekânda sermayenin önünde engel oluşturabilecek, keza yeri geldiği zaman burjuva hukuk düzenin temel düzenlemeleri bile yok sayılabilmektedir.  Örneğin Anayasanın 35. maddesinde Mülkiyet Hakkı “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”[6] şeklinde tanınmaktadır. Oysa Afet Riski Altındaki Kanun kapsamında yapılacak kentsel bir müdahalede hak sahiplerinin 1/3’ü uzlaşmasa bile yıkım işlemleri başlayabilmektedir. Bu durum burjuva liberal düzenin en temel ilkesi olan “mülkiyet hakkı” ile doğrudan çelişmektedir. Benzer bir örnek vermek gerekirse Türkiye, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı‘nı kabul etmesine rağmen, çok sayıda aykırı düzenleme yapabilmektedir. Özellikle kentsel mekâna dair yapılan düzenlemelerde (örneğin, 644-648 Sayılı KHK, Mekânsal Plan Yapım Yönetmeliği, Planlı Alanlar Tip İmar Yönetmeliği vb), yerel yönetimlerin planlama ve onama yetkileri törpülenmiş, ilçe belediyeleri işlevsizleştirilmiş ve bakanlık, gerektiğinde parsel bazında plan değişikliği yapma ve ruhsat verme gibi işlemler ile sermayenin mekânsal hareketliliğini hızlandıracak bir mekanizmaya sahip olmuştur.

644 sayılı KHK ile Bakanlığın plan onama yetkileri genişletilmiştir.  Bu genişletilmenin temel nedeni ise merkezi ve yerel yönetimlerin farklı partilerce temsil edildiği kentlerde, merkezi yönetim eliyle sermayenin mekânsal müdahalesini kolaylaştırmaktır. Merkezi idare, hukuksal düzenlemeler aracılığıyla, özellikle kendisiyle çatışan yerellikler üzerinde adeta Demokles’in kılıcı gibi kendisini her fırsatta hissettirmektedir.

Özellikle 2000’li yılların başından itibaren hukuksal düzenlemeler aracılığıyla yapılan plan değişiklikleri, bütünsel bir planlamanın önüne geçmiş ve büyük emekler sonucu hazırlanmış bütünsel planlar, plan değişiklikleri aracılığıyla işlevsiz bir hâle dönüştürülmüştür. Örneğin 2009 yılında onaylanan 1/100000 ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planı,  çok kısa süre içerisinde plan değişiklikleri ve büyük ölçekli projeler (3. Havaalanı, 3. Köprü, Kanal İstanbul vb.)  aracılığıyla hükümsüz hâle getirilmiştir.

“Planlama” kavramı yerine “proje” kavramını kendine kıble edinmiş akıl sayesinde, zaten sıkıntılı olan kentleşme süreci iyiden iyiye karmaşık bir hâl alacaktır. Son olarak 3194 sayılı İmar Kanunu ve bazı KHK’lerde değişiklik yapılmasına ilişkin taslak kamuoyu ile paylaşıldı.  Söz konusu taslakta, daha önceki düzenlemeler ile öz açısından herhangi bir farklılık bulunmamaktadır.

Tasarıya göre, plan değişikliği yoluyla elde edilecek değer artışından kamuya pay verilmesi hedeflenmektedir. Taslakta “İmar planı değişikliği ile değer artışı sağlayan bir kullanım kararı getirilmesi veya yapı yoğunluğunun artırılması hâlinde, toplamda ikinci fıkrada sayılan oranı geçmemek üzere ilave düzenleme ortaklık payı alınabilir. Parselin üzerindeki mevcut yapılar nedeniyle alınamayan düzenleme ortaklık payı miktarı bedele dönüştürülebilir” şeklinde bir hüküm yer almaktadır. İlk bakışta, “kamuya pay verilmesi” iyi bir düzenleme gibi düşünülebilir.  Ancak tasarıda plan değişiklikleri ile değer artışı arasında ilişki kurulması, taslağın esas niyetini ortaya sermektedir. Yoğunluk artışı sağlayacak her plan değişikliğinden “kamuya” pay verildiği takdirde, yürürlükte bulunan üst ölçekli plan kararları, gerçek anlamda kamu yararı ve bütünsel planlamayı iyiden iyiye içeriksizleştirilecektir. Birçok alanda parsel büyüklükleri dikkate alındığında, ilave düzenleme ortaklık payı alınamayacağı, yoğunluk artışının sağlanabilmesi amacıyla “planlama” aracılığıyla rüşvetin meşrulaştırılmasına neden olacaktır.

Taslağa göre, plan değişikliği aracılığıyla elde edilecek değer artışının hangi tür kamusal yatırımlarda kullanılacağı belirsiz bırakılmıştır.  Ama bizler biliyoruz ki, plan değişikliği ile elde edilecek değer artışı “Ak Saray” vb. sözde kamusal yatırımların ayakta kalmasını sağlayacaktır (Atatürk Orman Çiftliği’nde yapılan kentsel müdahalelere ilişkin onca mahkeme kararına rağmen uygulamayı sahiplenerek burjuva hukuk düzeninin yasalarını bile hiçe sayılabilmektedir). Taslakta plan değişikliği aracılığıyla elde edilecek değer artışlarının denetimi ve kullanılacak alanların belirsiz bırakılması, her yerelliğin kendi inisiyatifiyle plansızlığı örgütlemesine olanak sağlayacaktır.

Tasarının özünde sıkça “imar hakkı” ve “değerleme” kavramları vurgulanmaktadır.  Bütünsel planlama süreçleri, değer yaratımı süreçlerini kesintiye uğrattığından parsel bazında yapılacak noktasal müdahalelerin önü açılmaktadır. İmar hakkı transferi yöntemiyle, devlet ve sermayenin ortak bir şekilde kentsel taşınmazlara el koyması sağlanacaktır[7]. Türkiye’de kapitalist devlet kentsel ve doğal müşterek kaynaklara (sermaye lehine) el koyan, bu kaynakları metalaştırarak sermaye birikiminin emrine sokan başat bir aktör rolüne soyunmaktadır[8].

İmar hakkı transferi ile kapitalist kentleşmenin güçlü aktörleri mekanı sermaye birikimi için (Lefebvre’in tabiriyle) soyutlaştıran, piyasada değişime sokulan bir meta haline getiren yeni bir mekanizma kurgulamaktadır. Mülkiyet sahiplerine verilecek sertifika sayesinde, kentsel ve bölgesel ölçekte imar transferi sayesinde sermayenin hızlı bir şekilde yeniden üretimi sağlanacaktır. Bu yöntem, aynı zamanda kent merkezinde yer alan “çöküntü (rantı yüksek)” diye lanse edilen alanlara, hızlı bir şekilde devlet aracılığıyla el konulmasını kolaylaştıracaktır.  Böylece, özellikle merkezde yer alan fakat şu ana kadar kimi mevcut yasal düzenlemelerden kaynaklı dokunulamayan kültür varlıkları temel hedef hâline gelecektir.

Sonuç
2000’li yılların başından itibaren neoliberal politikalar aracılığıyla, sermayenin kentsel mekâna olan ilgisi giderek artmaya başladı.  Mekân; değer yaratım süreçlerinde temel araçların başında gelmeye başlamış, mekânın sermaye birikimi ile kurduğu bağ daha sıkı bir hâl almıştır. Bu durum, kentsel mekânın  metalaşma ve el koyma süreçlerine maruz kalışını derinleştirmektedir.  Sermayenin yayılması ile birlikte, mekânın niteliğine bakmaksızın, müşterek niteliklere sahip kentsel ve kırsal kaynaklar hızla metalaştırılmakta, bu kaynaklara devlet ve sermaye ortaklığıyla el konulmaktadır.
2000 sonrası çıkartılan Kanun Hükmünde Kararnameler, Kamulaştırma Yasası (özellikle Acele Kamulaştırma ile ilgili 27. Madde uygulamaları), Bütünşehir Yasası, Afet Yasası, Mekânsal Planlar Yapım Yönetmeliği, Zeytincilik Yasası, Orman Yasası ve bu yasalara ilişkin gündemde olan yasa tasarıları metalaşma ve el koyma süreçlerinin hukuksal dayanağının oluşturulmasından başka bir anlam ifade etmemektedir. Bundan dolayıdır ki yapılan her yasal düzenleme, kentleşme sürecinin kuralsız ve kimliksiz bir şekilde büyümesine zemin hazırlamaktadır.

Büyük ölçekli projelerin gerçek anlamda kamuya bir katkısı var mıdır? Büyük ölçekli projeler doğal varlıkların talanına (örneğin Kuzey Ormanları) ve tarihsel değerlerin, kolektif belleğin yok edilmesine (Gezi Parkı Taşkışla Projesi, Atatürk Orman Çiftliği… vd) neden olmaktadır.  Bu projelerle siyasi iktidar bir yandan ideolojik gücünü mekan üretimi ve denetimi aracılığıyla hakim kılmaya çalışmakta, diğer yandan kapitalist sınıfların el koyduğu kentsel artı değerin üretimine hız verecek mekanizmaları kolaylaştırmaktadır.

Yasal düzenlemeler her ne kadar sermayenin önünü açmak amacıyla yapılmış olsa da kısa süre sonra, mevcut yasal düzenlemeler sermaye birikimi için engel oluşturabilmekte ve yeni yasal düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır. Sürece bir bütün olarak bakıldığında, sermayenin krizden “çıkmak” uğruna mekân ile kurduğu her ilişki, esasında ilerlediği yolda ne zaman patlayacağı belli olmayan sınıfsal gerilimlerin zeminini hazırlamaktadır.


[1]Ekonomik göstergeler için bknz: Özgür Öztürk, Küresel Krizin Neresindeyiz?,  DİSK-AR 3.Sayı
[2]Ümit Akçay: İmar Hakkı Transferi: Kentsel Mekânın Finansallaştırılması http://baslangicdergi.org/imar-hakki transferi-kentsel-mekanin-finansallastirilmasi-umit-akcay/
[3]Ayrıntılı bilgi için bknz: http://mulksuzlestirme.org/, http://www.direncevre.org/
[4]Ayrıntılı bilgi için bknz: http://www.mimarist.org/odadan/4000-3-havalimani-na-iliskin-basin-toplantisi-yapildi.html
[5] Yasal çerçevelerdeki muğlaklığın sermayenin mekansal müdahalelerini nasıl kolaylaştırdığına dair bknz: Kuyucu, T. (2014) Hukuk, Mülkiyet ve Muğlaklık: İstanbul’un Kayıt Dışı Yerleşimlerinin Yeniden Yapılandırılmasında Hukuki Belirsizliğin Kullanımları ve İstismarı, Yeni İstanbul Çalışmaları içinde, s: 71-91, Metis Yayınları İstanbul.
[6] 1982 Anayasasında Mülkiyet Hakkı için bkz: http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm
[7] Ayrıntılı bilgi için  bk. David Harvey, “Yeni” Emperyalizm: Mülksüzleşme Yoluyla Birikim, Praksis (11.sayı).
[8] Devletin kentsel ve doğal müşterek kaynaklara el koyma politikasının öncü aktörü haline gelişini “kentsel kriz” olgusuyla ilişkili değerlendiren bir makale için bknz: Bayırbağ, M. & Penpecioğlu M. (2013) Neoliberal Kent ve Görünmeyen Kriz: Kriz Denetimi Stratejilerinin Peçesini İndirmek, 4. Kentsel ve Bölgesel Araştırmalar Sempozyumu Bildiri Kitabı, s: 131-149.



8 Aralık 2014 Pazartesi

28 ARALIK’TA KADIKÖY’DE BİR ARADAYIZ… BİR ARADA MARMARA’YI ve İSTANBUL’U SAVUNUYORUZ!

Kuzey Ormanları Savunması ve İstanbul Kent Savunması’nın ana çağrıcıları olduğu 28 Aralık Marmara Kent ve Doğa Mitingi çağrısı imzaya açıldı. Çağrı metnine aşağıdan ulaşabilirsiniz.Marmara Kent ve Doğa Mitingi’nin çağrısına imzacı olmak için demokratik kitle örgütleri istanbulkentsavunmasi@gmail.com veya kuzeyormanlari@gmail.com’a e-posta gönderebilirler. Marmarayı savun, yaşamı savun!
https://www.youtube.com/watch?v=lzrPA7SsnaA
28 ARALIK’TA KADIKÖY’DE BİR ARADAYIZ…  BİR ARADA MARMARA’YI ve İSTANBUL’U SAVUNUYORUZ!
Zeytinini, suyunu, kıyısını, korusunu koruyanlar…
Ormanına, bostanına, tarım alanlarına sahip çıkanlar…
Şehirleri, garları, parkları, mahalleleri, evleri, meydanları için direnenler…
Yerin yedi kat altında da üstünde de çalışırken hayat mücadelesi verenler…
Bir aradayız! Bir arada doğayı, emeği, İstanbul’u ve Marmara’yı savunuyoruz!
 Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e uzanan bu kısrak başının tek nefes borusu benim! Sarışın bir denizle kara bir denizin kavuşmasından oldum. Kadim ve ışıklı Istrancaların, bol pınarlı vahşi hayvanlar anası İda’nın gölgesinde,  toprağın ve nehirlerin bir badem ağacına can verdiği yerde, bereket ananın oğlu temmuz olarak doğdum. Zalimler beni her katlettiğinde, damarlarımdan süt aktı ve bağlandığım ağaç, kara zeytin taneleri verdi…
Şimdi, bir şafak vakti Yırca’da öldürülen 6 bin zeytin ağacı; yaşam alanlarından kovulan hayvanlar; kimyasal atıklarla zehirlenen Ergene; yok edilen Dilovası; suyu kurutulan Sapanca; sürgün edilen Sulukule; kuzey ormanlarında kesilen yüz binlerce ağaç; yerin yedi kat altındaki maden ocağında, göğün yedi kat üstündeki şantiyede karın tokluğuna öldürülen işçiler; boğazlanan şehirler, yıkılan okullar, halkına kapatılan meydanlar aşkına seni çağırıyorum. Marmara halkı, İstanbul halkı yaşamın ve umudun sesini yeniden duy!
Burası Marmara, kucaklaşmanın, buluşmanın anayurdu… Seni Edirne’den İzmit’e, Çanakkale’den Bursa’ya, İğneada’dan Sapanca’ya, Okmeydanı’ndan Gebze’ye, Taksim’den Sefaköy’e doğayı, emeği, mahalleni ve şehirlerini savunmak için, büyük ve bereketli bir nehir gibi akarak 28 Aralık’ta İstanbul’da, Kadıköy Meydanı’nda buluşmaya çağırıyorum:
Seni, sonsuz bir kuruntuyla yaşam alanlarımıza kaçak saraylar dikenlere, halkı kendi meydanlarında yasaklı ilan edenlere karşı, Haydarpaşa Garı’nın merdivenlerinin üstüne düşen güneşi ve telaşı savunmaya çağırıyorum…
Seni, bilcümle canlılara, yoksullara, çocuklara zorbalık edenlere karşı ürkek karacanın, su içen karıncanın, misafir leyleğin, pullu balığın, gülümseyen fokların, boğulan domuzların, mağrur kartalın, çocukların ve longozun yaşam hakkını savunmaya çağırıyorum…
Seni, deprem toplanma alanlarımıza paranın tapınaklarını dikenlere, mezarlıklarımızı, adalarımızı, parklarımızı, korularımızı imara açanlara, kimyasallarla, gdo’lu tohumlarla, toprağımızı zehirleyip, suyumuzu kurutanlara karşı Ergene’yi, Çorlu’yu, Sapanca’yı; Trakya’nın, Balıkesir’in, Kandıra’nın tarım alanlarını; ayçiçeğini, zeytini ve pirinci; Çanakkale’nin Trakya’nın dağlarını, adaları savunmaya çağırıyorum… 
Seni her yeri kaplayan organize sanayi bölgelerine, termik ve nükleer santrallere, siyanürlü altına, taş ve maden ocaklarına karşı Yırca’nın inadıyla, Validebağ’ın direnciyle, Torunlar’ın öfkesiyle, İğneada’nın sabrıyla korunu, bostanını, ormanını, suyunu savunmaya çağırıyorum. Seni İstanbul’daki birinci köprüden Çanakkale’deki dördüncü köprüye, AVM’lerden kentlerin içindeki termik santrallere, atom bombası gücündeki amonyak tanklarından, organize kimya sanayilerine uzanan büyük doğal ve kentsel yıkımı durduracak büyük bir yaşam hakkı mücadelesinin kardeşliğine çağırıyorum. Seni engelli çocukları okulsuz bırakanlara; okulları yıkanlara; dini yağmaya kalkan yapanlara; hastaneleri kapatanlara; riskli alan ilan ettikleri mahallelerin yanı başına rant sarayları, cinayet alanları, dev şantiyeler dikenlere karşı okuluna, hastanene, mahallene sahip çıkmaya çağırıyorum.
Unutma: Barbarlık hepimizin kapısına dayandı! Barbarlık her yerde doğanın ve emeğin yaşam hakkını ihlal ediyor! Unutma: Bu sefer tek esaslı gerçek: Ya hep beraber ya hiç birimiz! 
İstanbul finans kenti, emlak cenneti, sermayenin oyun parkı olsun diye Trakya ve Anadolu’daki zengin tarım topraklarımız, birinci sınıf içme suyumuzu yağmalayan güvencesiz deri, boya, tekstil, metal, kimya fabrikalarınca, gdo’lu tohumlarca zehirleniyor. Milletin anasını ağlatan şirketler zengin olsun diye İstanbul’un suyunu kurutan mega projeler, termik santraller; hes’ler hepimizi susuzluğa mahkum ediyor. Çarpık sanayileşmenin büyük çöplüğü Marmara, şimdi yeni kent ve doğa yağmacılarınca ikinci kez büyük bir yıkıma sürükleniyor. İstanbul bir avuç şirketin çıkarlarına, Marmara İstanbul’a feda ediliyor. Ve kanserden öldüğümüz şehirler, iş cinayetlerinde katledildiğimiz madenler ve şantiyeler çitlenen topraklarımızdan, meralarımızdan, yaşam alanlarımızdan, mahallelerimizden hep birlikte sürgün edilmemiz sayesinde böyle hızla ve kibirle yükseliyor. 
Unutma: Validebağ korusundan Yırca’ya; Kuzey Ormanların’dan Bozcaada’ya; Bursa’dan Okmeydanı’na ormanları, vadileri, okulları, hastaneleri,  mahalleleri ve meydanlarıyla İstanbul ve tüm Marmara artık hepimizin ortak savunma alanı. Savunmamızın tek meşruluk kaynağı, doğayı ve şehirlerimizi koruma hakkımız ve büyüyen dayanışmamız. İşlemeyen hukuk, şantiye polisleri, biber gazları, makul şüpheler, özel güvenlikçiler, çeteler, medyalar ve kalkınma yalanları sadece bir avuç yağmacı şirketin iktidarını savunuyor.
Büyüme diye parayı ve paranın iktidarını savunanlara karşı; İstanbul’u ve Marmara’yı savunuyoruz. Kalkınma diye beş kuruş değer vermeden tükettikleri emeği, doğayı, insanı, yaşamı hoyratça savuranlara karşı; bir orman gibi eşit ve adilce paylaşmayı; bir ağaç gibi özgürce üreterek yaşamayı savunuyoruz. Köylüyü toprağından, yoksulu mahallesinden sürüp, doğayı katleden OGB’lerde, madenlerde, şantiyelerde insan kanından kar edenlere karşı; doğanın, emeğin, suyun, toprağın ve şehirlerin hakkını savunmak için ayağa kalkıyoruz.
 Seni, İstanbul’u, Marmara’yı, yaşamı savunarak umudumuzu büyütmeye çağırıyoruz!
Seni yaşamı ağaç ağaç, ev ev, meydan meydan ve topyekûn savunmaya çağırıyoruz!
Seni yurttaşlarının en temel hakları en yüksek yasa olan; kalkınma derken eşitliği ve adilce bölüşmeyi anlayan yeni bir yurttaşlık hukukunu; “güzel bir ülkeyi ve insanca bir mahalleyi”; yaşamı savunarak hep birlikte inşa etmeye çağırıyoruz. 
Ben Marmara: Toprağın ve nehirlerin bir badem ağacına can verdiği yerde, bereket ananın oğlu temmuz adıyla doğan: kucaklaşmanın, buluşmanın anayurdu. Zalimler beni her katlettiğinde, damarlarımdan süt aktı ve bağlandığım ağaç, kara zeytin taneleri verdi…
Seni, el ele verip, katledilen yaşamı; kırılan umudu, kökünden sökülen erik ağacını hep birlikte yeşertmeye; çiçekli hazirandan bereketli bir temmuz yaratmaya çağırıyorum.
Marmara ve İstanbul’u doğa düşmanı yağma projelerine karşı savunmak için, 28 Aralık’ta Kadıköy’de bir aradayız.
Evimizi, bahçemizi, mahallemizi, korumuzu ve ormanları savunmak için, 28 Aralık’ta Kadıköy’de bir aradayız.
Yaşam hakkı verilmeyen hayvanları savunmak için 28 Aralık’ta Kadıköy’de bir aradayız.
Okuluma, kamusal sağlık ve ulaşım hakkıma, hastaneme, Haydarpaşa Garı’ma, Taksim Meydanı’ma dokunma demek için 28 Aralık’ta Kadıköy’de bir aradayız.
 “Ya hepimiz engelliyiz, ya hiçbirimiz” demek için 28 Aralık’ta Kadıköy’de bir aradayız.
İğneada’yı, Istrancaları, Çanakkale’yi, Körfez’i, Sakarya’yı, Sapanca’yı, Bursa’yı, İstanbul’u savunmak için 28 Aralık’ta Kadıköy’de bir aradayız.
Bir aradayız; bir arada doğayı, kenti, emeği, Marmara’yı, İstanbul’u, yaşamı savunuyoruz.

İSTANBUL KENT SAVUNMASI
KUZEY ORMANLARI SAVUNMASI
İmza göndermek için: e-posta: istanbulkentsavunmasi@gmail.com / kuzeyormanlari@gmail.com/
Twitter: https://twitter.com/MarmarayiSavun / #MarmarayıSavun
Tel: 0537 572 14 44 / 0 545 942 42 39

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Occupied Times David Harvey Röportajı


Harvey: “toplumun dış yüzeyinin altında köpüren volkanik bir halin olduğunu hissedersiniz ve onun daha sonra ne zaman ve nerede patlayacağını asla bilemezsiniz.”

Occupied Times: "Kent hakkı" kavramından ilk olarak 1968 yılında Henri Lefebvre bahsetti. O "inşa ettiği şehrin baş kahramanı olarak insanın kurtuluşunun ... onun kolektif yaşam için inşa ettiği buluşma noktası" olduğunu savundu.Siz bu kolektif hakkı - kendimizi ve şehirlerimizi yeniden yaratmayı - "en değerli ancak en çok ihmal edilen insan haklarından biri" olarak ifade ettiniz.Son yıllarda bu insan hakkını hangi şekillerde ihmal ettiğimizi düşünüyorsunuz?
 
David Harvey: Eğer ne tür bir şehir inşa edileceği sorusu, ne tür insanlar olmak istiyoruz sorusuna ciddi bir şekilde bağlı ise, o halde bu ilişkiyi açıkça tartışma eksikliği; bizim, insanları ve onların tutkularını yeniden şekillendirilmesini sermaye birikiminin gereksinimlerine terk ettiğimiz anlamına gelir. Bence, 1945'ten sonra Amerika'nın banliyöleşmesinin, sadece Amerika'yı efektif talebi muazzam genişletme yoluyla 1930'ların kriz koşullarına dönüş ihtimalinden kurtarmaya yardım etmekle kalmayıp, aynı zamanda sosyal ve politik olarak devrimci bilinçten veya anti-kapitalist duyarlılıktan yoksun bir dünya yaratmaya da hizmet ettiği, plancılar ve politikacılar tarafından çok iyi anlaşılmıştır. 1960'ların feministlerinin banliyöleri kendi düşmanları olarak görmesi ve banliyö yaşam tarzının sınıfa karşı ön yargılı, ayrımcı ve aşırı ırkçı bir politik öznellikle ilişkilendirilmesi hiç de şaşırtıcı değil.
 
OT: Londra çok kültürlü bir şehir olarak övülür ve belki de kent hakkının önemli bir bileşeni de bir arada yaşama hakkıdır. Şehirleri yeniden tasarlarken ve yeniden yaratırken, bir şehrin yeniden yapılanmasının orada var olan farklı fikirlere ya da topluluklara imtiyaz tanıyan veya onları ayıran bir şekilde yapılmadığından nasıl emin olabiliriz?
 
DH: Toplumsal hareketler, siyasete etkin katılım ve bulunduğu yerelde mücadele etme isteği dışında hiç bir şey bundan emin olmamızı sağlamaz. Şehrin içinde ve ona ilişkin mücadele sağlıklı bir şeydir, devlet müdahalesiyle kontrol edilmesi ve bastırılması gereken bir hastalık değildir.
 
OT: Dijital bir çağda yaşıyoruz. Birçok durumda, insanlar binlerce kilometre uzaktaki insanlarla aynı sokaktaki komşularından daha samimi ilişkiler geliştiriyor. Eğer şehirler, tarihsel olarak, ortak fiziksel mekan etrafında gelişmeye eğilimli ise, fiziksel/mekansal toplulukların üstünlüğünü sarsan iletişim teknolojileri, kentin gelecekteki yapılanmasını nasıl etkileyecek?
 
DH: Yeni teknolojiler, hem yararlı hem de zararlı. Bir yandan "kitle oyalama silahları" olarak işlev görebilir ve insanları politikaya inanmanın yalnızca sanal bir dünyada mümkün olacağına inanmaya yönlendirebilir. Veya, sokaklarda, mahallelerde ve tüm şehirde siyasal eylemleri yaymak ve düzenlemek için kullanılabilir. Kahire, İstanbul, Atina, Sao Paulo, vb. de gördüğümüz gibi siyasal eylemler için sokaklardaki bedenlerin yerini hiç bir şey tutmuyor. Aktif sokak siyaseti ile birlikte çalışan yeni teknolojiler inanılmaz bir güç olabilir.
 
OT: Neil Grey "Kimin isyan şehri?" başlıklı yazısında, sizin en son kitabınız olan "Asi Şehirler"deki analizinizin, ilk defa 1960 ve 1970'ler İtalyasındaki kent mücadeleleri sırasında ortaya çıkan - 'Şehri Ele Geçir' sloganıyla; toplumsal yeniden üretim çevresindeki feminist tartışmalarla; 'toplumsal fabrika' fikriyle ve sözde 'bölgesel halk hareketleriyle' nitelenen - Otonom Marksist geleneği ihmal ettiğinizi, bunun yerine teorinizin kentleşme yoluyla sermayeyi emme ve artı değer üzerinde durduğunu ileri sürüyor. Bu eleştiriye cevabınız nedir? Bu siyasi uygulamaların, yerel halkın şehirlerini nasıl yeniden örgütleyeceğinin ana hatlarını çizmede kullanılabileceğine katılıyor musunuz?
 
DH: Bu eleştiri tuhaf. Elbette 2. bölüm sermaye birikimi süreçleri aracılığıyla kentleşme oluşumu hakkındadır, ama 5. bölüm kentlerdeki toplumsal sınıf hareketlerine ayrılmıştır. Ben tabii ki bu tür hareketlerin hepsini kapsayamayabilirim ve bu nedenle tıpkı İtalya'daki otonomist hareketle bağlantılı olanlar gibi kesinlikle kapsayamadığım değerli bir çok hareket vardır. Ancak ben, sınıf mücadelesi çerçevesinde tüm bu olanların hangi yollarla olduğunu kuramlaştırmaya çalışırken, yüzyılın başlarında insanların evleriyle İtalya'da fabrika konsey hareketini tamamlama şekillerini inceledim ve tabi ki Paris Komünü ve diğer kent ayaklanmalarında olduğu gibi, El Alto'nun hikayesinden de çok fazla ilham aldım. Yani, benim sadece artı-değerle oluşan sermayenin emilmesiyle ilgilendiğimi söylemek oldukça garip ve bence Neil Grey ya kitabı sonuna kadar okumadı ya da, ben onun özel, en çok sevdiği toplumsal kent hareketini ele almadığım için önemsemedi.
 
Bu arada ben, Gramsci'nin fabrika konseylerini bölgesel komitelerle desteklemenin önemi üzerine olan yorumundan alıntı yapmak isterdim: "bölge komiteleri aynı zamanda garson, taksi şoförü, tramvay işçisi, demir yolu işçisi, çöpçü, özel sektör çalışanı, katip ve diğerleri gibi farklı tabakalardan işçilerin olduğu bölgelerdeki temsilcileri birleştirme yolları araştırmalı. Bölge komitesi, o bölgede yaşayan tüm işçi sınıfının, yetkilerce desteklenen kendiliğinden gelişen bir disiplini uygulayabilen ve bütün bölgede anında ve tamamen işin durdurulmasını düzenleyen ve meşru ve otoriter bir dışa vurumu olmalıdır."
 
OT: Çin'de, hızlı kentleşme ve sürekli büyüyen emlak balonunun ardından, Batı'da yaşayan insanların haberi olmadığını ileri sürdüğünüz yükselen bir sınıf mücadelesi olduğundan bahsettiniz. Eğer Çin'de yaşanan duruma daha dikkatli bakacak olursak, ne öğrenebiliriz?
 
DH: Şu anda Çin'de açığa çıkan çok daha fazla şey var ve hem devasa ölçütlerde emlak balonları hem de 2008'de ihracat piyasasının çökmesine tepki olarak kentleşmenin aşırı üretim kronik sorununun tehlikelerine karşı yükselen bir farkındalık da var. Kentlerde yaşanan aşırı birikim konusunda çok ciddi bir tedirginlik var. Teorik olarak, ben neler olduğunu anlıyorum ama iş durdurmaya geldiğinde bir şey diyemiyorum. Çin'de kentsel ve endüstriyel alanda çok fazla huzursuzluk olduğunu biliyoruz ama bunun ne kadar ve ne önemde olduğuna karar vermek çok güç.
 
OT: Siz "mülksüzleştirme yoluyla birikim" olarak adlandırdığınız kavramı kapitalizmde kentleşmenin merkezine yerleştiriyorsunuz. Londra'yı çevreleyen topraklar bugünlerde "yenileme" bahanesiyle, konut yardımı kesintisi ve sözüm ona “yatak odası” isimli yeni vergiyle birlikte dönüştürülüyor. (çn. “Yatak odası” vergisine göre ev sakinlerinin konut yardımı eğer tek bir boş yatak odaları varsa %14, bu sayı iki ve daha fazla ise %25 kesintiye uğrayacaktır.) Gayri menkul geliştiricileri sosyal konutları 'uygun fiyatlı' mülklerle değiştirebilsin diye evlerini yitirmiş Elephant & Castle içindeki Heygate konutlarında oturan yüzlerce kişi pek çok örnekten bir tanesidir. Taban örgütlenme mücadeleleri bu yer değiştirmelere direnmek için ortaya çıktı, ama sürekli olarak siyasal ve yasal kısıtlamalarla karşı karşıya kalıyorlar.Şehir genelinde veya daha geniş anlamda birleşik bir hareketin önemi ve olası güçlükleri hakkında sizin düşünceleriniz nelerdir?
 
DH: Ben tüm şehir genelinde mülksüzleştirilmeye karşı mücadelede mümkün olduğunca birleşmenin hayati öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Ama böyle yapmak, mülksüzleştirilmenin oluşması ve kökenlerinin biçimleri hakkında doğru bir bakış gerektirir. Örneğin, şu aralar, gayri menkulcülerin talancı icraatlarının ve onların il çapındaki finansörlerinin birlikteliğini tanımlamaya ve onların uygulamalarını dizginlemek ve kontrol altında tutmak için il çapında kolektif bir mücadele başlatmaya ihtiyaç var. Son zamanlarda, Brezilya'da ulaşım masraflarına, aynı zamanda Dünya Kupası için yapılacak olan stadyum binasına (Brezilya hakkında konuştuğumuzu düşünürsek bu dikkat çekicidir) ve yer değiştirmelere, kamu kaynaklarının israfına dair kentsel huzursuzluklar görmekteyiz. Bu nedenle kent çapında ve kent ekseninde mücadeleler görmek imkansız değildir. Tehlike, her zaman olduğu gibi, insanların kavgadan yorulmasıyla, mücadelenin zayıflamasıdır. Tek çözüm mücadeleleri devam ettirmek ve bunu yapacak kapasiteye sahip örgütler kurmak (özellikle bir kent mücadelesi olmamasına karşın, Brezilya'daki MST buna iyi bir örnektir).
 
OT: Londra'da bariz bir kamusal alan eksikliği var. Şehrin çoğu özel mülkiyete ait. Şehir gözetim panoptikonu, 'izinsiz girilmez' işaretleri ve piyasa müdahalesi olmayan bir kamusal alan yokluğu ihtiyacını karşılıyor.Kapitalizmin tahribatına karşı direnenlere, sadece çalışmaları için değil, aynı zamanda da yaratıcı etkileşim için yeni yollar keşfetmelerine olanak sağlamak için, halka/topluma açık alanlar araştırmak ve geliştirmek önemli midir?
 
DH: Devlet tarafından kontrol edilen alanları özgürleştirme ve onları halkın kontrolünde olan meydanlar haline getirme sorunu bence kritiktir. Aynı zamanda kamusal alanların yeniden kazanılması çok önemlidir ve umarım böylesi bir sona doğru yönelen pek çok harekete şahit oluruz.
 
OT: Dünya düzenini değiştirmenin güçlü bir yolu olarak "sosyalist şehirler ittifakı" ihtimalinden söz ettiniz. Ne demek istediğinizi ve bunun nasıl işe yarayacağını açabilir misiniz?
 
DH: Bu ilk bakışta biraz alışılmadık bir fikir ancak halihazırda şehirler arasında ve ABD'deki silah kontrolü, gibi bazı konularda bir çok karşılaştırma ve iletişim var. Kent yönetimleri arasında gittikçe daha iyi sonuçlar verebilen iş birliği bağlantıları var. Ben bu tür eylemlerin neoliberal uygulamalara karşı neden daha ileri gidip örgütlü bir kent direnişi kuramadığını anlayamıyorum. İngiltere'de kent yönetimleri çevresinde sözde yatak odası vergisine karşı eş güdümlü bir tepkinin, daha önce gözler önüne serilmiş olan kişi başına alınan vergi mücadelesinin yönteminde yankılanacağını düşünüyorum. Biz aslında bu türden şeyler yaptık ancak sonrasında bunların tahlilini tam olarak yapmadık ve ihtimallerini değerlendirmedik.
 
OT: Sivil itaatsizlik, aralarında Yunanistan, Madrid, Meksika, Buenos Aires, Santiago, Bogota, Rio de Janeiro ve en son Stockholm'ün de bulunduğu tüm dünya şehirlerinde olduğu gibi Londra şehir yaşamının da çok yinelenen bir özelliği haline geliyor. Ayaklanmalar (sadece protestolar ve örgütlü toplumsal hareketler değil) şimdi kent hakkını geri kazanma aracının bir parçası mıdır? Burada, dünyanın finans kapitali içinde olanlar, diğer şehirlerde olan bu mücadelelerden ne öğrenebilirler?
  
DH: Beni bu soruları yorumlamam üzerine çağırdığınızdan bu yana, İstanbul (örneği) var. Küresel duruma baktığınızda, toplumun dış yüzeyinin altında köpüren volkanik bir halin olduğunu hissedersiniz ve onun daha sonra ne zaman ve nerede patlayacağını asla bilemezsiniz (en son ziyaretimde bana kolay anlaşılır gelmesine rağmen, İstanbul'da pek çok hoşnutsuzluğun olduğu kimin aklına gelirdi ki). Bana kalırsa bizler kendimizi bu tür patlamalara karşı hazırlamalıyız ve elimizden geldiği kadarıyla bunları sürekli eylemler içerisinde destekleyen ve geliştiren alt yapı ve örgütsel biçimleri kurmalıyız.
 
OT: Özel mülkiyetin yerleşmiş yasallığını genel kavram içerisinde tanımlarken, İngiltere'de arsa değeri vergisi uygulamanın yararları üzerine görüşleriniz nelerdir?Bu vergiyi savunanların dediği gibi herhangi bir dengeleme etkisi elde edebilir mi?
 
DH: Ben arazi değer vergisinin yardımcı olabileceğini düşünüyorum ama, sonuçta, son yıllarda özellikle Londra ve New York gibi büyük şehirlerde çok güçlü olan rantiye sınıfı tarafından elde edilen çok büyük servetler sorunu üzerine eğilmiyor, oysa bu mülksüzleştirmenin yüzleşilmesi gereken asıl şeklidir.

Çeviri: Marksist Ekonomi Politik Çeviri Grubu

13 Haziran 2013 Perşembe

Direnmenin Estetiği! Burhan Sönmez

  1. Yıldızlar, en karanlıkta daha güzel parlar. Bu ülkenin karanlığına karşı, her yanda yıldızlar parlıyor.
  2. Taksim civarında yaşayan sokak çocukları, direnişin daha ne kadar süreceğini soruyorlar. Direnişteki dayanışma sayesinde karınları doyuyormuş. Camilerin yüz metre yakınında içki içirmemeyi dert edinen hükümet, camilerin yüz metre yakınında insanların aç yaşamasını umursamaz.
  3. Tarihsel olaylar, kalıcı özellikleriyle hafızalarda yer eder. Taksim’de iki haftada kurulan yaşam, bu topraklara bir ütopyanın tohumlarını ekiyor.
  4. Herkes bir arada, herkes özgür. Kimse kimseye bir şey dayatmıyor ve herkes kendi rengini özgürce taşıyor. Antikapitalist Müslümanlar namaz kılarken, ateistler çevrelerinde nöbet tutuyor. Kürtler halay çekiyor, Aleviler semah dönüyor, Türkler marş söylüyor. Sosyalistler, LGBTler, Çarşı, Fener, Cimbom çalışıyor, eğleniyor, birbirlerine sahip çıkıyor. Bir kişinin özgürlüğü herkesin özgürlüğü oluyor.
  5. Hiç kimse muhtaç durumda değil, insanlar eşit. Herkes “ihtiyacından fazlasını” getiriyor ve herkes “ihtiyacı olanı” alıyor. Para yok, mülkiyet yok, aç kimse de yok.
  6. Devletsiz bir deneyim yaşıyoruz Gezi Parkı’nda. Devletin olmadığı yerdeki mutluluğa ve nezakete tanık olmak, hayatın bize armağanı.
  7. Tarihimizde ilk kez, mizah ve neşe bir direnişin dili haline geliyor. Bugüne dek muhalif hareketler hep ölümü göze alarak, en sert biçimde direnirken, şimdi keskin sözlerin ağırlığını aşan eğlenceli ve yaratıcı bir dille ifade ediyoruz kendimizi.
  8. Devlet sert savaşçıları yenebilir. Ama mizahı ve neşeyi yenecek iktidar silahı yok. O yüzden çaresizler. Yalanları işe yaramıyor.
  9. Paris Komünü yetmiş iki gün sürmüştü. Biz iki haftada aynı ilkeleri coşkuyla hayata geçirdik. Komün şiddetle yok edildiğinde, liberaller ve burjuva aydınları oradaki çelişkileri, zaafları ve yanlışları tartışıyordu. Buna itiraz eden Marx, Komün’den geleceğe aktarılacak cevherlere işaret etmişti: Komün’de mülkiyet ve sömürü aşılmış, doğrudan demokrasi kapısı açılmıştı.
  10. Şeyh Bedrettin’in iki mirası var bize. Bir, isyan eden halka katıldı. İki, herkesin eşit ve ortak yaşamasına inandı. Tomas More’un “Ütopya”sı ve İbni Tufeyl’in “Hay bin Yakzan”ı aynı hülyanın içinde yer aldı. Biz o hülyayı taşıyoruz.
  11. İnsanlara güzel bir şey işaret ediyor, parmağımızla gösteriyoruz. Ama iktidar ve onun sözcüleri, işaret ettiğimiz yere değil parmağımıza bakıyorlar ve bize kara çalıyorlar. Bizi tartıştırarak, zayıflatmaya niyet ediyorlar. Israrla söylüyoruz: Parmağımıza değil işaret ettiğimiz yere bakın. Orada ağaçları ve denizi göreceksiniz!
  12. Kızılı sevdik, yeşili koruduk. Duvarlara böyle yazan gençler, bir otobüs durağına, ölü şairlere selam niyetine “Göğe Bakma Durağı” adını verdiler.
  13. Gençlere şükran duyuyoruz. Öyle umutsuz bir anda yetiştiler ki, insanlığımızı uçurumun kenarında kurtardılar. Onları bencil ve cahil sananlar yanıldılar. Gümüşsuyu’na kurulan onbir barikata tek tek isim verirken, geçen hafta yitirdiğimiz Abdullah Cömert’in adını da bir barikata yazdı gençler. Sonra aşağıda, denizi gören en son barikata kocaman harflerle Deniz Gezmiş Barikatı adını verme yüceliğini gösterdiler.
  14. Halk, yalnızken hiçbir şey, birleştiğinde her şeydir. İsteğimizi almazsak, faiz lobisi kentimizi ve hayatımızı çöle çevirecek. Tarih onlar için ya “çanak çömlek” ya da ranttan ibaret, paradan başka bir şeye iman etmiyorlar.
  15. Kerbela’daki masumlar gibi ağaçsız ve susuz kalmamızı istiyorlar. Bunların, bir yanda Kerbela için ağlarken diğer yanda Yezid ile aynı sofraya oturduklarını biliyoruz. Bu yüzden biz çöle karşı suyu ve ağacı, ölüme karşı hayatı savunuyoruz.
  16. Kamu malına zarar vermekten söz ediyorlar. Gezi Parkı’nı ortadan kaldırmak kamu malına zarar vermek değil mi? En barışçı biçimde kamu malına sahip çıkıyor ve asıl biz söylüyoruz: Kamu malına zarar vermeyin!
  17. Burada sadece bir şeyi istememek değil, başka türlü bir şeyi istemek var. Yardımlaşmanın, dayanışmanın muhabbeti var. Sadece bu coşku ve enerji, bu ülkenin insanlarına hiçbir borsa endeksinin ölçemeyeceği bir değer kattı. Sırf bu bile, burayı SİT alanı ilan etmeye yeter.
  18. İnsan müşteri değildir. Bunu unutmamak için başarımızı süreklileştirmeliyiz. Her yıl 31 Mayıs’ta başlamak üzere Kardeşlik ve Dayanışma Şenlikleri yapabiliriz. Herkesin kendi rengiyle geldiği bir özgürlük şenliği ve paranın geçersiz sayıldığı bir eşitlik dünyası. Herkes “ihtiyacından fazlasını” getirir ve herkes “ihtiyacı olanı” alır. Sermayenin korkusuna karşı, halkın hasretidir bu.
  19. İstanbul’un nüfusunu sayarken ölüleri de hesaba katmak gerek,” demişti şair. Geçmişin güzel insanları için de kentimize ve geleceğimize sahip çıkıyoruz.
  20. Gençler en güzelini yazmış duvarlara: “Yenilsek de, damağımızda isyanın tadı.”
  21. Çok şey öğrendik, tarihsel bütün direniş biçimlerimizi ve hayallerimizi yeni bir dile tercüme ettik. Geçmişimizi temize çektik.
  22. Umut, hayal, ütopya! Ve ey isyan! Bir gencin meydanda okuduğu şiir gibi: “Biz sende bütün aşklarımızı temize çektik.”

    http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1204675686&news_code=1371111201&year=2013&month=06&day=13 

28 Mayıs 2013 Salı


Almanya’da yayımlanan Der Spiegel dergisinin elektronik versiyonu olan Spiegel Online ile bir söyleşi gerçekleştiren David Harvey, günümüz sınıf mücadelelerinin giderek artan bir biçimde kentlerde vücut bulduğunu ifade ederken, kentleşmenin önümüzdeki dönemde gerçekleşecek toplumsal çatışmalarda nasıl bir rol oynayacağı üzerinde duruyor:




Spiegel Online: Bir Marksist, bugünlerde işçi sınıfı yerine neden büyük kentlerle ilgilenmeli?

David Harvey:
 Geleneksel Marksistler kuşkusuz ki endüstriyel işçi sınıfını devrimin öncüsü olarak görürler. Buna karşın, bunun Batılı deendüstrializasyonun sonucunda unutulmasından dolayı, insanlar kentsel çatışmaların muhtemelen belirleyici olacağını kavradılar.

Spiegel Online: Borç krizi sırasında Yunanistan’da maaşlar düştü ve sosyal yardımlar tırpanlandı. Tüm bunlar olurken, genel grevler değişiklikleri iptal ettirecek yeterlilikte baskı yaratamadı. Bu, sizin, geleneksel proletaryanın artık devleti felce uğratamayacağı şeklindeki teorinizi destekleyen bir kanıt olarak görülebilir mi?

David Harvey: 
Evet. Günümüz işçi sınıfı, mücadelenin, kentin kendisini merkez aldığı sınıfların daha geniş bir biçimleniminin bir parçası. Ben, geleneksel sınıf mücadelesi kavramını, kent yaşamını üreten ve yeniden üretenlerin tamamının mücadelesi ile değiştiriyorum. Sendikalar kentin gündelik yaşam biçimini –gelecekteki toplumsal çatışmaların bir kilit noktası olarak- göz önüne almalılar. Örneğin ABD’de bu AFL-CIO’yu (AFL-CIO: ABD’de 56 sendikanın çatı örgütü olan “Amerika Emek Federasyonu-Endüstriyel Örgütler Meclisi”; ç.n.) ev hizmetlileri ve göçmenlerle işbirliği yapmaya teşvik etti.

Spiegel Online: Son kitabınız Asi Şehirler’deki temel tezlerden biri, kentsel gelişimin sermaye fazlası sorununu çözdüğü yönünde. Birileri kredi ile yollar inşa ediyor ve mülkiyeti genişletiyor–böylece ekonomik durgunluktan kaçmaya çalışıyor-

David Harvey: 
San Francisco’daki ABD Merkez Bankası (ABD Merkez Bankası, ülkenin 12 ayrı bölgesinde bulunmaktadır; ç.n.) durumu bu şekilde açıklayan yakın tarihli bir raporunda, ABD’nin, tarih boyunca ekonomik durgunlukları her zaman konut inşa ederek ve bunları eşyalarla doldurarak aştığını belirtiyor. Kentleşme, krizi çözebilir –ama bu, her şeyden çok krizden sıyrılmanın bir yöntemidir.

Spiegel Online:
 Bu stratejinin güncel örnekleri var mı?

David Harvey:
 Ekonomi bugünlerde nerelerde en hızlı büyüyor? Çin ve Türkiye’de. İstanbul'da ne görürüz? Her yerde vinçler. Ve 2008 yılında kriz patladığında Çin altı ay içinde, ABD tarafından ithal edilen tüketim ürünlerindeki fiyat kırımlarından dolayı 30 milyon kişilik istihdam yitirdi. Ancak sonrasında Çin hükümeti 27 milyon kişilik istihdam yarattı. Nasıl? Çinliler, muazzam dış ticaret fazlalarını, devasa kentsel gelişim ve altyapı programını oluşturmaya kullandılar.

Spiegel Online:
 Böylesi bir acil kriz stratejisi, Çin’inki gibi otoriter bir yönetime sahip olmakla desteklenmiyor mu?

David Harvey: Yalnızca, Obama’nın Goldman Sachs’a (ABD merkezli çokuluslu yatırım bankası; ç.n.), müteahhitlere para verme talimatı verdiğini farz edin –iyi şanslar! Ama bir Çin bankası Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi’nden bir talimat aldığında, istendiği kadar çok borç verir. Çin hükümeti, bankaları imar projelerine büyük miktarlarda para tedarik etmeye zorladı.

Spiegel Online: 
Bu türden bir kentleşme muhakkak kötü bir şey mi?

David Harvey: Kentleşme, sermaye fazlasının üst sınıf için şehirler inşa etmesi doğrultusunda akıtmak için bir kanal. Bu, şehirlerin yaklaşık olarak ne olduğunun yanı sıra kimin orada yaşayabileceğini ve kimin yaşayamayacağını yakın zamanda tanımlamış etkili bir süreç. Ve şehirlerdeki yaşam kalitesini insanlar yerine sermayenin şartlarına bağlı olarak belirliyor.

Spiegel Online: 
Bununla birlikte İstanbul’da devletin konut edindirme kurumu olan TOKİ yoksullar için birtakım konutlar inşa ediyor. Bu sizin tezinizle çelişiyor mu?

David Harvey: Hayır, çünkü “Gecekondu” denilen evlerin sakinleri, kestirme yoldan şehir merkezinden 30 kilometre uzaklıktaki gelişmekte olan alanlara nakledilmiş durumda. Devasa bir uzaklaştırma.

Spiegel Online: ABD’deki yüksek faizli konut kredisi krizi (ABD'de, kredi notu düşük olan yoksullara, daha yüksek faiz oranından kredi verilmektedir; ç.n.) tamamen alt sınıfları ev sahipliği kapsamına alma girişiminden baş gösterdi. En yoksullar bile kredi alabilsinler diye tedbirsiz finansal ürünler yaratıldı.

David Harvey: Kredi ver! Bu slogan, neoliberal gündeme kabul ettirildi. Ancak bu yeni bir şey değil. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki McCarthy döneminde hâkim sınıflar, konut sahipliğinin, toplumsal kargaşayı önlemede önemli bir rol oynadığını fark etmişlerdi. Diğer taraftan, sol faaliyetlere Amerikan karşıtı olduğu iddiasıyla savaş açılmıştı. Öte yandan inşaat sektörü finansal reformlar ve ipoteğe ilişkin reformlar ile desteklendi. 1940’larda ABD’de oturduğu mülk kendisinin olanların oranı hâlâ yüzde 40’ların altındaydı. 1960’larda hâlihazırda yüzde 65’ti. Ve 2000’lerdekison gayrimenkul patlaması süresince yüzde 70’e yükseldi. 1930’ların sonundaki ipotek reformuna ilişkin tartışmalarda anahtar cümle şuydu: “Borçlu konut sahipleri greve gitmez.”

Spiegel Online: Düşünürler Michael Hardt ve Tony Negri, (Türkçeye çevrildiği ismi ile; ç.n.) “Ortak Zenginlik” isimli kitaplarında, kentin, kamu yararının üretildiği bir fabrika olduğunu iddia ederler. Aynı fikirde misiniz?

David Harvey: 
“Kent müşterekleri”nin tanımı etrafında hayli dönüyor. New York ve Londra’daki işgal hareketlerinin özelleştirilmiş parkları teslim aldıklarında ispat ettikleri üzere, merkezi meydanların kamuya ait olduğu gerçeği, kent hakkı bakımından önemli. Bu bağlamda, Paris Komünü’nün sunduğu tarihsel örneği beğeniyorum: Kenar mahallelerde yaşayan insanlar, dışına atıldıkları şehri geri kazanmak üzere kent merkezine dönmüştü.

Spiegel Online:
 İşgal hareketi, kent hakkını ısrarla istemeli mi? Ev ev, park park?

David Harvey: Hayır, bunun için siyasi güce ihtiyacınız var. Ancak şu günlerde sol, kent politikalarını gerektiren geniş çaplı projelerden ne yazık ki uzak duruyor. Bana göre gönüllü olarak iktidarı teslim ediyor.

Spiegel Online: Siz bir Marksist ve toplumsal teorisyensiniz. Son kitabınızda, sermayenin yerel çelişkilerden ekstra kâr sağlaması anlamında “rant sanatı”ndan bahsediyorsunuz. Tam olarak ne demek istiyorsunuz?

David Harvey: Basitçe söylemek gerekirse, bir tekelci çok rağbet gören malı için değerinden yüksek bedel isteyebilir. Bugünlerde kentler, kendilerini kültürel anlamda eşsiz ilan ederek yüksek bedeller istemeye çalışıyorlar. 1997 yılında Bilbao’da Guggenheim Müzesi’nin inşa edilmesinden sonra dünyanın her yanından kentler bu örneği takip ettiler ve simge projeler geliştirmeye başladılar. Amaç şunu söyleyebilmek: “Bu kent eşsiz ve burada bulunmak için özel bir fiyat ödemenizin gerekmesinin nedeni bu.”

Spiegel Online: 
Ama tüm şehirlerin bir Guggenheim Müzesi ya da şu anda Hamburg’da inşası süren filarmonik binası (Muhabir burada, Hafen City Filarmonik Binası inşaatından bahsediyor; ç.n.) gibi yapıları olursa, amiral gemisi projelere ulaştıklarında başarısız olmalarına sebep olacak bir çeşit enflasyonist etki olmayacak mı?

David Harvey: 
Balon İspanya’da şimdiden patladı ve birçok dev proje yarısı tamamlanmış halde duruyor. Aklıma gelmişken; Olimpiyat Oyunları, futbol Dünya Kupası ve müzik festivalleri gibi önde gelen birçok etkinlik de aynı amaca hizmet ediyor. Şehirler pazarda kendilerine birincil bir konum sağlamaya çalışıyorlar. Fevkalade güzel bir mahsulün nadir bulunan şarabı gibi.

http://www.spiegel.de/international/world/marxist-and-geographer-david-harvey-on-urban-development-and-power-a-900976.html adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir. 


Çeviri: Erkan Çınar / Gerçeğin Günlüğü

Kaynak:http://gercegingunlugu.blogspot.com/2013/05/kentsel-snf-savasm-sehirler-zenginler.html

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Marksizm: Dün, Bugün, Gelecek - Bertell Ollman


16.05.2012
Türkiye’ye bir dizi konferans vermek amacıyla Yordam Kitap tarafından çağırılan Marksist Siyaset Bilimci Bertell Ollman 12.05.2013 tarihinde yaklaşık 3 saati bulan “Marksizm: Dün, Bugün, Gelecek” başlığı üzerine bütünlüklü bir sunum yaptı. Bu yazıda panelde aldığım notları ve Bertell Ollman’ı dinlemeye gelen birçok arkadaş ile sonrasında yaptığımız tartışmaları elimden geldiğince anlatmaya çalışacağım. Bertell Ollman’ın yaptığı konuşmada benim aldığım notlara ilişkin görüş yazılırsa bu yazının kendisi bir adım daha ileriye götürecektir. Panel sırasında aldığım notları maddeler halinde açıklayacağım. Ayrıca simultane çeviride oldukça başarılı olan Sungur Savran’ın emeğini unutmamak gerekir.

            Yordam Kitap, Ekim 2006’da Bertell Ollman’ın “Diyalektiğin Dansı Marx’ın Yönteminde Adımlar” adlı kitabının ilk Türkçe çevirisini yayınladı. Bertell Ollman’ın İzmir’de yaptığı sunumun içeriği bir nevi bu kitabın bütünlüklü bir özeti gibiydi. Bu kitabın başında Karl Marx’ın “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş” adlı çalışmasından bir alıntı yer alıyor:“Olduğu yerde donup kalmış koşulları, kendi şarkıları eşliğinde dans etmeye zorlamalıyız”.Yapılan sunumda Bertell Ollman olduğu yerde donup kalmış koşulları kendi şarkıları eşliğinde dans ettirmenin tek yolunun diyalektik olduğunu dönüp dolaşıp vurguladı.

            Kapitalist sistemin doğduğu günden bugüne yaşadığı dönüşümler toplumsal hayatın da köklü bir şekilde dönüşmesini sağladı. Yaşanan bu dönüşüm nedeniyle mevcut bir durum üzerinde tahlil yapan birçok Marksist insanın da oldukça sığ yorumlar yaptığını belirterek sunumuna ilk olarak Marksizm ne değildir? sorusunu sorarak cevaplamaya çalıştı. Bazı kavramlar vardır ki kullanıldıklarında birçok farklı anlama gelmektedir. Olaya bu şekilde bakıldığında kavramların hiç de masum olmadığı görülecektir. Bu kavramlara örnek vermek gerekirse; planlama, kalkınma, reform vb.dir. Ollman konuşmasında Marksizmin ne olmadığına dair bazı maddeleri şu şekilde sıraladı:
  •    Marksizm ekonomik bir kalkınma mıdır?
  •    Marksizm ekonomik determinizm midir?
  •   Marksizm bütün ezme ve ezilme biçimlerine karşı mıdır?
  •    Marksizm ütopik bir düşüncenin bir biçimi midir?
  •    Marksizm sadece belli konuları (kadın sorunu, çalışma hayatı vb.) gündemine alacak bir bilim midir?

Bertell Ollman yukarıda sıralanan maddelere yüksek sesle “hayır” dedi. Yukarıda sıralanan maddelere “evet” diyen kesimlerin özellikle yanlış bir Marx okuması yaptığını belirtti. Yukarıda sıralanan maddeler gerçek olsaydı Marx’ın tamamlayamadığı Kapital’i kuşkusuz bir ekonomi kitabı olarak kabul edebilirdik. Kapital’i okuyanlar onun ekonomi kitabı olmadığını pek ala farkındadır. O zaman Marx’ın esas konusu nedir? Marx’ın temel mevzusu kapitalist toplumun hareket yasalarını ortaya koymaktı ve bunu büyük ölçüde başardı.

            Kapitalist sistem bir süreç ve ilişki ağında düşünüldüğünde olgular birbirinden neden bağımsız görünür? Marx yaptığı çalışmaların büyük bir kısmında görüngülere değil gerçeğin daha derinlerde olduğu vurgusu bulunmaktadır. Ollman ise kapitalizmin görüntü ile gerçek arasındaki esrarlı perdeyi sürekli olarak sıkı tutmaya çalıştığını belirtti. Esrarlı perdenin ortadan kalkmaması için kapitalistler büyük bir çaba harcamaktadırlar. Kriz dönemlerinde görüngü ile gerçek arasında bulunan fark azalmaktadır. Bertell Ollman bu konuya şöyle bir örnek vererek “sular çekildiği zaman çıplak olanları görürsünüz” şeklinde özetledi. O halde yapılması gerekenin tarihsel bağlamından koparmadan kapitalizmin özgül parçalarını karşılıklı etkileşim içine sokarak kıvılcım çıkarmak gerektiğidir.

            Diyalektik yöntem nedir? Diyalektik yöntemi öğrenmenin önemi nedir? Bertell Ollman olguların, olayların daha net anlaşılmasını sağlayan diyalektik yöntemi şu şekilde tanımladı: “Diyalektik yöntem; bir olayı açıklarken sınırların nasıl çizileceği birimlerin nasıl oluşturulacağı meselesini gündeme alır.” Marksizm bizi yöntemle (diyalektik) ve pratikle (sınıf mücadelesi) donatarak sürekli değişen topluma dair çıkarımlarımızın güncellenmesini sağlar ve böylelikle topluma başka bir dünyanın mümkün olduğu çabasına yardımcı olur. Marx kapitalist toplumun hareket yasalarını açıklamaya çalışırken soyutlamaya başvurmuştur. Marx’a göre soyutlamalar yapılmadan kavramaları açıklamak oldukça güçtür. Bertell Ollman’ a göre diyalektik yöntem olmadan dünyada yaşanan değişim ve dönüşümleri anlamak pek mümkün değildir.

            Kapitalist üretim biçimin diğer üretim biçimlerinden temel farkı nedir? Marx Kapital’in 1.cildinde Özgürlük, Adalet, Eşitlik, Bentham! şeklinde bir ifade kullanır. Bu kavramları diyalektik bir bütünlük içerisinde tartıştığımızda kapitalist üretim biçiminin temel farkını ortaya koyma şansımız oldukça yüksektir. Burada dikkat edilmesi gereken temel nokta; “kapitalizm bir şey değil, bir süreçtir” bundan kaynaklı el aldığımız olguları da bu kapsamda değerlendirmek zorundayız.

            Kapitalizmde “özgürlük” emek gücünü satma özgürlüğüdür. Olgun kapitalist sistemde hiç kimse silah zoru ile çalıştırılmaz. Herkes kendi emek gücünü dilediği kapitaliste satar. Pazar ilişkileri nasıl ki metaların değerlerini belirliyorsa, emek gücünün değeri de burada belirlenir. Yalnız burada bir ayrıntıyı gözden kaçırmamak gerekir işçi emek gücünü satmadığı zaman yaşama şansı yoktur. Bu noktaya dikkat ettiğimizde sloganda yer alan “Özgürlük” ifadesinin ne anlama geldiği daha net anlaşılacaktır. Kapitalist sistemde “adalet” sermaye birikiminin devamlılığını merkezine alır. “Eşitlik”; her işçinin üretim araçları karşısındaki konumudur. Kulağımıza oldukça hoş gelen kavramları üretim ilişkileri içerisinde düşündüğümüzde kendimizle çelişkiye düşeriz. Marx bu durumu şöyle ifade etmişti: “kapitalizmde her şey çelişkili gözükür ve gerçekten öyledir”.Özgürlük, Adalet, Eşitlik, Bentham! Bertell Ollman'a göre bu sloganın arkasındaki sır oldukça önemlidir.

            Kapitalist sistemin diğer sistemlerden temel farkı artı değer sömürüsüdür. Çok kısa ifade etmek gerekirse bir işçinin belli bir iş günü sonrası harcadığı emek sayesinde oluşan değerin sadece bir kısmını elde etmesidir. Kapitalist üretim ilişkileri geliştikçe gerekli emek (işçinin emek gücünü yeniden üretebileceği miktar) ile artı emek (karşılığı ödenmemiş emek) arasındaki oransal farklılık sermayenin lehine olmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken en temel nokta; kapitalist bölüşüm ilişkileri düşünüldüğünde işçilerin bizzat kendi ürettiklerinin toplamı içinden satın alabileceklerinin payının gittikçe azalmasıdır (Burada işçinin aldığı ücret üzerinden yorum yapmak doğru değildir. Önemli olan bir işçinin satın alabileceği miktar değil yarattığı değerden aldığı paydır).

            Kapitalist sistemde üretimi açıklarken ne tür alt başlıklar kullanılmalıdır? Üretim tarzı açıklanırken; dağıtım, mübadele, ticaret, finans, tüketim gibi kavramların hem kendi başlarına hem de bir bütünün içinde birbirleriyle olan ilişkisi ortaya konulmalıdır. Böyle yapıldığı zaman üretim tarzı bilimsel bir şekilde açıklanmış olacaktır. Olgular arasındaki ilişkiyi anlamada bir diğer önemli temel unsur bulunmaktadır. Bu temel unsur olguların tarihsel kökenine bakmanın gerekliliğidir, böylece olguların maddi ön koşulları kavranabilir. Ollman’ın deyimiyle bugünden düne gitmek!

            Devlet mekanizması sermaye birikim sürecinde nasıl bir yerde durmaktadır?Bertell Ollman’a göre devlet mekanizmasını bir baskı aracı olarak tanımlamak doğru ama yeterli bir tanımlama değildir. Ollman, kapitalist sistem geliştikçe devletin erkinin yeni rollere bürünmek zorunda olduğunu belirtti. 1980 sonrası dönemde devletin aldığı biçime baktığımızda sermaye ile yeni bir ilişki içerisine girmiştir. Aslında devletin görünen yüzü ile gerçek yüzü arasındaki esrarlı perde görece ortadan kalkmıştır. Yeni dönemde devletin sermaye ile bir bütünün parçası olduğu gerçeği daha net görünmektedir. Devletin görünen yüzüne baktığımızda karşımıza “kamu” olarak çıkmaktadır. Fakat kâr oranlarının düştüğü bir ortamda veya Ollman’ın deyimiyle “suların çekilmesiyle çıplak olanların daha net ortaya çıkacağı” durumda devlet erkinin sermaye birikimi açısından anlamı daha net anlaşılacaktır.

Terori ile pratik arasında nasıl bir ilişki bulunmaktadır? Bertell Ollman’ın konuşma başlıklarından bir diğeri ise strateji ile taktik arasındaki temel farklılıkları açıklamasıydı. Bu konuyu açıklarken Marx’ın kendi döneminden örnekler verdi. Bertell Ollman’a göre Marx daha çok strateji konuları üzerine çalıştı, taktik konusunda oldukça az çalışmasının olduğunu belirtti. Verdiği bir örnekte Marx’a Hollanda’dan gelen bir mektupta nasıl bir mücadele tarzı yürütecekleri sorusu sorulduğunu, Marx'ın bu konuda fikir belirtmenin zor olacağını, çünkü Hollanda'da yapılan mücadele konusunda bilgisinin az olduğunu ama yapılması gerekenin en temel sorunlar üzerinde durmak olduğunu belirtmiştir. Örneğin Karadeniz’de yapılacak mücadele HES mücadelesidir, Mersin’de Nükleer Santrale Hayır mücadelesi, İzmir’de Taşeronlaşmaya Hayır mücadelesi, İzmir Müzisyenler Derneği’nin Sigortasız Çalışmaya karşı mücadelesi, Ankara Dikmen Vadisi halkının Barınma Hakkı talebidir. Bu listenin farklılaşmasının temel nedenleri kapitalizmin eşitsiz gelişimi, her bölgenin farklı toplumsal yapısıdır…

           2008 yılında yaşanan ve bugün etkileri devam eden kriz hakkında ne söylenebilir? Bertell Ollman yaşanan son krizin diğer krizlerden oldukça farklı olduğunu söyledi. Yaşanan krizin nedenini son birkaç yılda yaşanan değişim ve dönüşümlere bakılarak anlatmak mümkün değildir. Bundan kaynaklı Ollman her kriz gibi bu krizin de tarihsel bir süreç içinde diyalektik yöntem aracılığıyla açıklanabileceğini belirtti. Olgulara diyalektik bir ilişki kurulmadan bakıldığında krizin nedenleri ile sonuçları büyük ihtimalle yer değiştirmektedir. Bertell Ollman yaşanan birçok krizin eksik tüketim, aşırı üretim gibi görüngülerle ortaya çıktığını belirtti (her ne hikmetse salonda yer alan bazı arkadaşlar Ollman’ın yaşadığımız krizleri aşırı üretim ve eksik tüketim gibi nedenlere bağladığını anlamış). Marx’a göre gerçek ile görüngü aynı şey olsaydı bilime gerek kalmazdı. Bertell Ollman bu noktanın üzerinde durarak, ardından Marx’tan alıntı yaparak krizin nedenleri ile sonuçlarının birbirine karıştırıldığını belirtti (salondaki bazı arkadaşlarımız bu noktayı kaçırmış. Ollman Marx’ın kriz kuramı üzerine yaptığı çalışmasının yakın zamanda biteceğinin haberini verdi). Bertell Ollman ayrıca krizlerden kurtulmanın tek yolunun krizi yaratan nedenlerin ortadan kaldırılması gerektiğini belirtti (Ayrıntılı olarak özel mülkiyet mevzusu üzerinde durdu).

            Kapitalizmin gelişmişlik açısından geldiği noktaya bakıldığında yaşadığımız krizden kurtulması neden mümkün değildir? (Günümüzde ekonominin konusu olmayan alanları düşündüğümde bu söylem bana oldukça iddialı geldi). Ollman bu sorusunu şu nedenlere bağladı;
  •  Canlı emeğin oransal olarak üretim sürecindeki payının azalması, yedek işçi ordusunun büyümesi,
  •   Otomasyon,
  •   Bilgisayarlaşma,
  •   E-ticaret, 
  •   Offshore (kıyı ötesileşme),
  •  Out-sourcing (başka ülkelerde taşeronlaşma),
  •   Değersizleşme,
            Ollman, yukarıda tanımlanan nedenlerden kaynaklı olarak, gelinen noktada kapitalizmin kendi sonuna doğru büyük bir hızla yaklaştığını belirtti. Bundan dolayı yaşadığımız krizin nihai bir kriz olduğu, bu noktada Rosa Luxemburg’un “ya barbarlık, ya sosyalizm!” tespitine katıldığını belirtti.

            Kapitalizmde planlı üretim yapılabilir mi? Ollman her kapitalistin kendi içinde planlı üretim yaptığını ama kapitalist sistem bir bütün olarak düşünüldüğünde planlı üretimin mümkün olmadığını belirtti. Bunun temel nedeni sermayenin içkin özelliği olan büyüme hırsının olmasıdır. Örneğin rekabet olgusunu tek başına ele aldığımızda bir kapitalistin kendi başına yaptığı planlamanın bütün içinde çok da bir anlamı bulunmamaktadır.

            Krizin yarattığı olanaklar nedir? Ollman’a göre kriz dönemleri işçi sınıfının bilince varması, safların netleşmesi, muğlâk tanımların ortadan kalkması ve işçi sınıfı partilerinin kitleselleşmesine önemli katkılar sunduğunu belirtti. Tabi burada taktik ve stratejinin önemini unutmamak gerekir. Bertell Ollman’ a göre, iş aramak zorunda olan işini yitirme korkusuna sahip olan herkes işçi sınıfına dahildir.

            Kapitalizm madem bu kadar kötü bir durumda alternatifini nasıl oluşturacağız?İşçi sınıfının kurtuluşu Marx’ın belirttiği gibi kendi eseri olacaktır. İşçi sınıfının partisi devrim için temel yapı taşıdır. Partinin kendisini işçi sınıfıyla ete kemiğe büründürmesi gerektiğini belirten Ollman bunun için parti kadrolarının Marksizm'i iyice kavraması gerektiğini sıkça vurguladı. Günümüzde işçi sınıfı partilerinde diyalektiğin yeterince anlaşılamamış olması nedeniyle partinin işçi sınıfı adına politika üretmekte son derece yetersiz kaldığını belirtti.

            Kapitalist toplumda sosyalizm ve komünizm görüngülerini görmek mümkün müdür? Bertell Ollman’a göre gelişmiş kapitalist toplumda sosyalizm ve komünizm görüngüleri oldukça fazladır. Önemli olan bunu topluma anlatabilecek yol ve yöntemin oluşturulmasıdır. İşçi sınıfının önemli bir birikime sahip olduğunu vurgulayan Ollman aynı zamanda SSCB, Küba, Şili gibi deneyimlerinden ders çıkarmak gerektiğini belirtti. Ollman ayrıca 1917 Ekim Devrimi döneminde yaşasaydı Bolşevik Partisi’ne üye olacağını belirtti. Ollman bu konuda sol harekete yönelik “geçmişin deneyimlerini genelde olduğu gibi sahipleniyoruz, asıl önemli olan yanlış yapılan şeyleri söyleyerek deneyimi sahiplenmektir” şeklinde eleştiride bulundu. Ollman Diyalektiğin Dansı kitabında yapılması gerekeni şu şekilde ifade etmektedir: “Yaşamın herhangi bir alanında mevcut durumu korumaya yönelik bütün çabalar hüsranla sonuçlanmaya mahkûmdur”. Mevcut kazanımları korumanın tek yolu yeni mevziler elde etmektir.

            Bertell Ollman konuşmasına J.P. Sartre’den bir alıntı ve bir hikâye anlatarak bitirdi. “İşçilerin kapitalizmde özgürlüğü yoktur. Tek özgürlükleri işçilerin kendi özgürlüklerini kazanma mücadelesidir (J.P. Sartre )”. Hikâyede ise bir rahip öğrencilerine cevabı evet veya hayır olacak şekilde bir soru soruyor. Öğrenciler verdikleri cevap ne olursa olsun karşılarındaki rahip kafalarına bir adet sopa indiriyor. Öğrencilerden bir tanesi dayanamayıp sopayı rahibin elinden kapıyor. Ollman, bu hikayeden yola çıkarak işçi sınıfının günümüzde yapması gerekenin sopayı eline almak olduğunu söylemiştir.

·         Bu notlar daha önce okuduğum “Diyalektiğin Dansı” kitabından aldığım notlar ile Bertell Ollman’ın yaptığı konuşma esnasında aldığım notların harmanlanmasıdır.


Türkiye Kentlerinde El Koyarak Birikim

Yusuf Ekici 2008 yılında  ortaya çıkan kapitalist krizin etkileri gün geçtikçe artıyor.  Krizin ortaya çıktığı dönemde, Türkiye’de yet...