25 Temmuz 2012 Çarşamba

Serbest Siyasa Söyleşileri – III: Cenk Saraçoğlu

AKP’nin bir yandan açılım politikası izlemeye çalışırken, diğer yandan Kürt hareketini sindirmeye çalışması bir çelişki değil. Bunlar AKP’nin millet tasarımına ve hegemonya stratejisine son derece uygun, birbirini tamamlayan pozisyon alışlardır aslında.

AKP, DP’nin ve ANAP’ın tam bir devamı olmadığı gibi, Milli Görüş partilerinin takiye yapan versiyonu da değildir.

AKP’nin Kürt politikasını ‘hizmet’, ‘hürmet’ ve ‘tasfiye’nin bir bileşkesi olarak görmek mümkün.

Bugün bazı araştırmalar, bölgede kapitalizmle entegrasyondan kazançlı çıkan, yani orta sınıflaşan veya zenginleşen Kürtlerin radikal Kürt hareketinden çok AKP’ye yöneldiğini, Kürt hareketinin ise gün geçtikçe daha çok kentli veya köylü yoksulların desteğini aldığını gösteriyor.

AKP’nin ülke ölçeğindeki hegemonya projesine en uyumlu strateji, Kürt hareketinin bölgedeki siyasal ve ideolojik etkisini ortadan kaldırmak, bu yolla Kürtleri kendi projesine dâhil etmek ve nihayetinde de bölgeyi Türkiye kapitalizminin genel ihtiyaçları üzerinden şekillendirecek düzeyde kontrol altına alabilmek.

Kürtlerin siyasal ve hukuki anlamda ‘tanınması’ süreci layıkıyla tamamlansa bile Batı kentlerindeki mevcut sınıfsal/mekânsal ilişkilerin yarattığı görece özerk alanda ‘dışlayıcılık’ ve ırkçılık devam edebilir – dünyadaki örnekler de benzer yöndedir. Tam bir barış ve kardeşleşme ancak toplumsal eşitlikle mümkün olacaktır.

Ülke için geri dönüşü olmayan sonuçlar yaratabilecek bir iç savaşı ‘ihtimal dışı’ kılmanın zorunlu koşulu ırkçılığa ve şovenizme karşı daha güçlü mücadele etmek ve pek çok insana demode gibi görünse de halkların kardeşliği fikrinde ısrar etmektir.

***

Serbest Siyasa Söyleşileri’ne, geçtiğimiz günlerde ‘Behice Boran Sosyal Bilimler Ödülü’nde birinciliğe layık görülen Cenk Saraçoğlu ile devam ediyoruz. AKP’nin kurumsal temellerine, Kürt sorununun çokça konuşulmayan yönlerine ve Türkiye’de orta sınıfların Kürtlere bakışına odaklanan bir söyleşi oldu bu.

Cenk Saraçoğlu 1979 yılında Tokat’ta doğdu. Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde lisans eğitimini tamamladıktan sonra, 2009 yılında Kanada’daki Western Ontario Üniversitesi’nden sosyoloji doktorasını aldı. Hâlen ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu’nda öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Irkçılık, milliyetçilik ve göç üzerine çalışmaları Praksis, Toplum ve Bilim, Birikim ve Virgül gibi dergilerde yayınlanmıştır. Praksis dergisinin yayın kurulu üyesidir. Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler – İnkâr’dan ‘Tanıyarak Dışlama’ya isimli kitabın yazarıdır (İletişim, 2011). Bu kitap 2011 yılında ‘Behice Boran Sosyal Bilimler Ödülü’nde birinciliğe layık görülmüştür.

***

Serbest Siyasa (SS): Merhaba Cenk, Serbest Siyasa’nın söyleşi önerisini kabul ettiğin için teşekkür ederiz. Bu yakınlarda, ‘Behice Boran Sosyal Bilimler Ödülü’nde birinciliğe layık görüldün. Tebrik ediyoruz. Sana bu ödülü getiren kitabından ayrıca bahsedeceğiz. Ama önce Praksis dergisinin son sayısında (26. sayı) yayınlanan “İslami-Muhafazakâr Milliyetçiliğin Millet Tasarımı: AKP Döneminde Kürt Politikası” başlıklı makalene değinelim istiyoruz. ‘Liberal solcuların’ sürekli öne sürdükleri demokratikleşme, idari reform, insan hakları gibi – maalesef giderek içi boşalan – kavramları aşmaya gayret eden farklı bir bakış açısı var bu makalenin. ‘Liberal sol’dan ayrıştığın noktaları açımlayarak bu makalendeki meramını özetleyebilir misin?

Cenk Saraçoğlu (CS): Ben de öncelikle teşekkür ediyorum ilgi gösterdiğiniz için. Bahsettiğiniz yazıda genel olarak, AKP’nin Kürt meselesinde uyguladığı siyasetin sadece bölgeye özgü dinamikler veya kısa dönemli hesaplar tarafından şekillendirilmediği, daha ziyade onun ülke ölçeğinde inşa etmeye çalıştığı hegemonya projesinin uyumlu bir parçası olduğu ifade ediliyor. Bu hegemonya projesinin bir dayanağını da Sünni-muhafazakâr değerler ve Osmanlı ortak geçmişi temelinde oluşturulan bir millet tasarımı ve buna uygun bir milliyetçilik anlayışı oluşturuyor. Bu millet kurgusu ve milliyetçilik anlayışı klasik Kemalizm’deki anlayıştan nitelikçe farklı. Bu millet tasarımı içerisinde Kürtler ‘ayrı’ bir etnik grup olarak tanınabiliyorlar; fakat Sünnilik ve ortak Osmanlı geçmişine sahiplik temelinde ‘aynı’ milletin bir parçası olarak. Burada, AKP’nin 2011 seçim kampanyasında kullandığı “Aynı Bağın Gülüyüz Biz” şarkısını hatırlayalım. Yani Kürtler bir alt-kimlik olarak dinsel referanslara dayalı ‘milletin’ bir tür folklorik ögesi, rengi olarak kabul edilebiliyorlar. Bu aynı zamanda onların ayrı bir ulus olarak reddini de içeriyor elbette. Böyle bir millet anlayışı Kürtlerin varlığını onaylayan çeşitli kültürel hakları tanıyabilir; yeri gelir Kürtçe TV’yi açabilir ama Kürtlük üzerinden ulusal haklar elde etme talebini hiçbir şekilde onaylayamaz.

Kürtlüğü bir siyasal eylem kategorisi olarak değerlendiren Kürt hareketine bu kadar sert bir politika izlemeye başlanması da bundan. Tüm bunlar düşünüldüğünde, AKP’nin bir yandan açılım politikası izlemeye çalışırken, diğer yandan Kürt hareketini sindirmeye çalışması bir çelişki değil. Bunlar AKP’nin millet tasarımına ve hegemonya stratejisine son derece uygun, birbirini tamamlayan pozisyon alışlardır aslında. AKP’nin bir yandan “tek bayrak, tek millet, tek devlet” şiarını yükseltirken, diğer yandan “bu ülkede Kürtlüğün inkârını bitirdik” demesini sağlayan da budur. Zira ‘millet’ artık eski millet değil; Kürtlüğün bu millet içindeki konumu da aynı değil. Bu İslami-muhafazakâr milliyetçilik anlayışı, Kürtlere Sünni-İslami değerlere dayalı ‘milletin’ bir unsuru statüsünü vererek sorunu çözmeye ve Kürtlük üzerinden gelişen muhalefeti de bu şekilde etkisizleştirmeye çalışıyor.

Bu yaklaşımın çeşitli biçimlerde ortaya çıkan iyimser liberal anlayıştan pek çok açıdan farklı olduğunu söyleyebilirim. Birincisi, onlardan farklı olarak, AKP’nin son dönemlerde askeri ve polisi devreye sokmasını demokratik açılım sürecinin kazalarından biri olarak değerlendirmiyorum. Hem açılım projesini hem de bu son dönemdeki baskıcı politikaları bu bahsettiğim millet tasarımının ve buna bağlı hegemonya projesinin hayata geçirilmesi çabalarının iki ayrı uğrağı olarak görüyorum. Bununla paralel şekilde, bu bahsettiğiniz liberal cenahtan farklı olarak, son dönemdeki sertleşen politikaları klasik ‘devlet mantığının’ bir uzantısı olarak değil, yürütücülüğünü bizzat AKP’nin yaptığı bu stratejinin bir sonucu olarak değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Bazı liberal gazetelere ve yazarlara baktığımızda öyle bir dil kullanılıyor ki Kürt meselesinde açılım politikalarını yapan AKP oluyor; ama şiddet aygıtlarını devreye sokan ‘devlet’. Demokratikleşmenin faili AKP ise, otoriterleşmenin kaynağı ‘devlet’. Türkiye’de özgürlüğü ‘sivil’ alana, otoriterliği de ‘devlet’ alanına sıkıştırarak bütün ülke tarihini açıklamaya çalışan bu liberal bakış açısı zaten sorunluydu ve çokça eleştirildi. Ama AKP’nin devletleştiği bir dönemde hala bunları dinliyor olmak sadece sorunlu bir teorik yaklaşımı duymanız anlamına gelmiyor; mevcut iktidara doğrudan meşruiyet sağlayan bir ideolojik propagandaya maruz kaldığınız anlamına geliyor biraz da.

Bence, Türkiye’nin 1930–1940 arası dönemini ‘Kemalizm’ ve ‘CHP’ analizi yapmadan, onların stratejilerini ve projelerini göz önüne almadan incelemek ne kadar mümkünse, Kürt meselesinin bugünkü durumunu da AKP’nin hegemonya stratejisini göz ardı ederek, yok sayarak anlamak o kadar mümkün.

SS: Bu makalende, AKP’nin demokratlığının bir ‘temaşa’dan ibaret olduğunu ima ediyorsun sanki. AKP’nin esasen ‘minnet’, ‘millet’ ve ‘iman’ retoriğine yaslanan ‘sağcı bir popülizmin’ taşıyıcısı olduğunu söylüyorsun. Öte yandan, AKP’nin klasik Türk sağı çizgisinde geçmişteki benzerlerinden ayrışan, oldukça özgün bir pozisyonu olduğunu da vurguluyorsun. Nedir AKP’nin özgünlük kaynağı?

CS: AKP, Tanıl Bora’nın Türkiye sağının üç hali olarak gösterdiği İslamcılık, milliyetçilik ve muhafazakârlıktan nasibini almış bir parti. Türkiye’deki diğer sağ partilerle benzer ideolojik kaynaklardan besleniyor. Aynı onlar gibi ‘milletin’ ortak değerlerine vurgu yapıyor; yürütme gücünü artırmaya yönelik hamlelerini ‘millet iradesi’ söylemiyle açıklıyor. Öte yandan, Türkiye sağının bu üç ideolojik kaynağı AKP’de diğer sağ partilere göre biraz farklı şekilde harmanlanıyor. Şöyle ki ‘neyin muhafaza edilmesi gerektiğini’, yani muhafazakârlığının mantığını İslamcılık şekillendiriyor ve buradan çıkan İslami-muhafazakârlık ise partinin milliyetçiliğinin içeriğini belirliyor. Yani ‘milleti tanımlayanın ne olduğu’, ‘kimleri içerdiği, dışladığı’, ‘millî çıkarın nasıl tanımlanacağı’ gibi tüm milliyetçilikler için geçerli olan sorular AKP’de daha çok bu İslami muhafazakâr ideoloji tarafından yanıtlanıyor. Buna bakarak AKP’nin ANAP’ın ilk dönemlerine çok benzediğini iddia edenler olacaktır. Fakat böyle bir İslami muhafazakârlığa dayalı milliyetçiliği bir bütün olarak ANAP değil Turgut Özal’ın şahsı temsil ediyordu. Zira ANAP’ın ülkücüleri, muhafazakârları, liberalleri ve hatta kimi sosyal demokratları da içeren ve bu gruplardan hiçbirinin tam olarak rengini veremediği geniş bir koalisyon olduğu düşünüldüğünde bahsettiğimiz ‘İslami-muhafazakâr milliyetçi’ pozisyonun tam olarak hayata geçmesi zordu. Ayrıca ANAP hiçbir zaman AKP için söz konusu olduğu gibi ‘milletin değerlerini’ yani onun dinselliğini devlet alanında vücuda getirme gibi iddialı bir misyonu üstlenmemişti.

Diğer bir nokta ise şu: Bu İslami-muhafazakâr milliyetçiliğin neoliberal, dışa açık ve küresel kapitalizme uyumlu bir ekonomi anlayışıyla beraber yürümesi, onunla uyumlulaştırılmaya çalışılması da AKP’nin ideolojisini Milli Görüş’ten ayıran ve onu ayrı bir konuma yerleştiren en önemli etkendir. Tüm bu açılardan, bence, AKP Türkiye sağının ideolojik alanı içerisinde ayrı bir yer işgal ediyor. AKP, DP’nin ve ANAP’ın tam bir devamı olmadığı gibi, Milli Görüş partilerinin takiye yapan versiyonu da değildir. AKP’nin demokratlığını – bir temaşadan öte – son derece bütünlüklü bir ideolojik proje olarak değerlendirmek daha doğru olur belki de.

SS: AKP’nin esasen ‘sağcı’ olan Kürt politikasını incelerken üç anahtar kelime kullanıyorsun: ‘hizmet’, ‘hürmet’ ve ‘tasfiye’. AKP’nin – ‘savaşçı’ pratiğinin yanı sıra – Kürt bölgelerine hizmet götürerek ve ‘Kürtlük’ olgusuna hürmet ederek Kürt hareketini tasfiye etmeye çalıştığını mı söylüyorsun? Bu konuyu biraz açıklar mısın?

CS: Bunu önceki soruların oluşturduğu temelde yanıtlamaya çalışayım. ‘Hizmet’ten AKP’nin neoliberal popülist politikalarının Kürtlerin yoğun olduğu illerdeki görünümlerini kastediyorum. Bu politikalarla ilgili ayrıntılı bir analizi Ordu Üniversitesi’nden Deniz Yıldırım AKP Kitabı isimli bir derlemedeki makalesinde yapmıştı. ‘Hürmet’ten ise AKP’nin Kemalist stratejiden farklı olarak Kürtlere yönelik benimsediği ‘tanıma’ politikalarına vurgu yapıyorum. ‘Tasfiye’ ise hem hizmete hem de hürmete dayanan, Kürtleri hegemonya projesine dâhil etme stratejisinin ancak Kürt hareketinin devreden çıkarılarak gerçekleştirilebileceğini işaret ediyor. Bu bakımdan, AKP’nin Kürt politikasını ‘hizmet’, ‘hürmet’ ve ‘tasfiye’nin bir bileşkesi olarak görmek mümkün.

SS: Tarihsel olarak, feodaliteyi bertaraf eden (kapitalist) ekonomik gelişme süreçlerinin ‘demokratik-milliyetçi’ akımları gün yüzüne çıkardığını veya var olan milliyetçilikleri pekiştirdiğini vurgulayan yaklaşımlar var. Öte yandan, Kürt hareketi son yıllarda bölgedeki feodal bağları zayıflatmayı ve kendine özgü bir Kürt milliyetçiliği geliştirmeyi – bölgede kayda değer bir ekonomik gelişme olmaksızın – önemli ölçüde başardı. Hâl böyle iken, AKP’nin – Kürt hareketini tasfiye etmek amacıyla – bölgenin iyi-kötü gelişmesini sağlayacak hizmetlere ağırlık vermesi, zaten oldukça gelişmiş bulunan Kürt milliyetçiliğini daha da güçlendirmez mi? AKP’nin sağcı-popülist ‘tasfiye’ stratejisi kendi başarısının kurbanı olmaya yazgılıdır, diyebilir miyiz?

CS: “Bölgede kapitalizmin gittikçe derinleşmesi AKP’ye ya da Kürt hareketine yarar” diye bir denklem kurmanın zor olduğunu düşünüyorum. Modernleşmeci milliyetçilik teorileri, kapitalizmin gelişmesiyle ulus bilincinin pekişmesi arasında bir bağlantı kurarlar. Bu belli ölçülerde doğrudur, ama Kürt milliyetçiliği biraz daha karmaşık bir olgu galiba. Örneğin, feodal bir toplumsal yapının etkisinin Türkiye’den daha baskın olduğu Irak’taki Kürt milliyetçiliği Türkiye’dekinden daha önce gelişmiştir ve daha fazla kurumsallaşmıştır. Türkiye’de toprak ağalarının, Irak’takinin aksine, bir dönem Kürt milliyetçiliğinin gelişiminin önüne set çektiği de doğrudur. Fakat bu, bölgenin kapitalist yatırımlara ve rant faaliyetlerine açılması sonucunda Kürt milliyetçiliğinin illa ki daha çok güçleneceği veya zayıflayacağı anlamına gelmez. Kapitalizm kaybedenlerini ve kazananlarını yaratan çelişkili bir toplumsal üretim biçimi. Bölgedeki Kürt halkı içerisine de bu çelişkiler yansıyor olmalı. Bugün bazı araştırmalar, bölgede kapitalizmle entegrasyondan kazançlı çıkan, yani orta sınıflaşan veya zenginleşen Kürtlerin radikal Kürt hareketinden çok AKP’ye yöneldiğini, Kürt hareketinin ise gün geçtikçe daha çok kentli veya köylü yoksulların desteğini aldığını gösteriyor. Sonuçta kimin hangi kesimi temsil edeceği, örgütleyeceği ve harekete geçirebileceği ideolojik süreçlerdir ve ideoloji alanını iktisadi süreçlerden tamamen bağımsız olmasa da görece özerk bir şekilde değerlendirmenin doğru olacağını düşünüyorum. Bir de burada Türkiye dışındaki dinamikleri de hesaba katmak gerekir bu görece özerk alanı genişleten bir faktör olarak. Zira Irak’taki, Suriye’deki veya İran’daki gelişmeler Türkiye’deki Kürt milliyetçiliğinin gidişatını etkileyen etkenlerden birisi olmuştur her zaman.

SS: AKP’yi neoliberalizmle, yani kapitalizmi tahkim etmeyi amaçlayan bir ideoloji ile ilişkilendiriyorsun. Öte yandan, Kürt meselesinde barış sağlansa kapitalizmin de bundan istifade etmesi mümkün olabilir aslında. Barış kapitalizm açısından kârlı işlere vesile olabilir yani. Bir kısım neoliberalin ‘barıştan kârlı çıkma’ (peace dividend) dedikleri konu bu. Savaş biterse, yıllardır askerî harcamalara ayrılan devasa kaynaklar bölgede sermaye birikiminin hızlanmasına ve bölgenin ucuz emek deposu olarak kullanılmasına tahsis edilebilir. AKP böyle bir kapitalist gelişme stratejisine pek yüz vermiyor sanki. AKP’nin ‘kurucu babaları’ uzun dönemde bunun – İslamcılık, muhafazakârlık ve milliyetçilik gibi – partinin kurumsal temellerini sarsacağını düşünüyor olabilirler mi?

CS: AKP’nin ülke ölçeğindeki hegemonya projesine en uyumlu strateji, Kürt hareketinin bölgedeki siyasal ve ideolojik etkisini ortadan kaldırmak, bu yolla Kürtleri kendi projesine dâhil etmek ve nihayetinde de bölgeyi Türkiye kapitalizminin genel ihtiyaçları üzerinden şekillendirecek düzeyde kontrol altına alabilmek. Çok ters bir örnek olacak ama aslında İzmir’de bile sorun bu. İzmir’de de AKP tam siyasi-ideolojik hâkimiyet kuramamış durumda ve burada da neoliberalleşme sürecinin AKP’nin istediği hız ve biçimde yürümesinin bazı sınırları ortaya çıkıyor. Yalnız Kürt bölgelerinde buradan farklı olarak bir de süregelen sistem-karşıtı ve silahlı bir karşı koyuş var. Türkiye’nin Kürtleri de gözetecek şekilde yeniden yapılandırılmasına yönelik, yerel düzeyde kalmayan bir talep var. Bu da, Praksis’teki yazıda belirttiğim gibi, AKP’nin bu yeni ‘millet’ vizyonuna aykırı; onun altını oyan bir şey. Bu bakımdan, Kürt hareketinin bölgedeki etkisi siyasi ve ideolojik süreçlerle sınırlanamadığı ölçüde bu kez militarist ve polisiye önlemlere başvuruluyor. Bölgede özellikle 2009’da yerel seçimde ve 2011’de genel seçimde gösterdiği başarı ile Kürt hareketinin ‘barışçıl’ kapitalist yöntemlerle etkisizleştirilemeyeceği anlaşılmış durumda. Bugün izlenen polisiye ve askerî hamlelere dayanan kampanyanın Kürt hareketini etkisizleştirmeyi başarabileceği ve uzun dönemde AKP’nin bölgedeki hegemonyasının tam olarak kurulabileceği umuluyor. Bunun AKP’nin kendi hedefleri açısından ne kadar akıllıca olduğu tartışılabilir tabii. Eski devlet politikalarıyla bugün izlenen arasındaki fark şu gibi geliyor bana: Önceden Güneydoğu ne olursa olsun, Kürtler nereye yönelirse yönelsin devlet otoritesinin kurulması gereken bir ‘coğrafya’ olarak görülürdü; şimdi AKP döneminde Güneydoğu sadece devlet otoritesinin değil siyasi-ideolojik hâkimiyetin de tesis edildiği, Kürtlerin bahsettiğim millet projesine ve Türkiye kapitalizmine sorunsuzca dâhil edildiği bir ‘yer’ olarak kurulmak isteniyor. Yani militarist politikalar, amaçlanan ‘AKP barışı’nı (pax-AKP) inşa etmenin bir aşaması gibi.

SS: Başlarken değinmiştik; Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler isimli kitabın bu yakınlarda ‘Behice Boran Sosyal Bilimler Ödülü’nde birinciliğe layık görüldü. Bu kitapta İzmir özeline odaklanarak, Türkiye’de son yıllarda pekişen Kürt düşmanlığını inceliyorsun. ‘Tanıyarak dışlama’ dediğin bir kavram geliştiriyorsun. Kürt düşmanlığını açıklayan bir unsur olarak – milliyetçi hassasiyetlerden ziyade – orta sınıfların son yıllarda sosyo-ekonomik açıdan güç kaybetmiş olmalarını vurguluyorsun. Kürt sorunu konusunda iyice egemenleşmiş bulunan liberal diskurun demokratikleşme eksikliğine ilişkin vurgusunu da yetersiz buluyorsun. Böylece aslında Kürt sorununa ilişkin ezber bozucu bir düşünsel çerçeve çizmiş oluyorsun. Tüm bu katkılarını biraz açımlayabilir misin?

CS: Aslında kitabın da temel kaynağını teşkil eden doktora tezimi yazarken ortaya çıkmış bir çerçeve bu. İzmir’de yaptığım alan çalışmasında orta sınıf kesimlerde ortak bazı dışlayıcı söylem ve kalıplar üzerine kurulu bir Kürt algısı gözlemlemiştim. Buna öncelikle bir toplumsal olgu olarak, bir araştırma nesnesi olarak muamele etme arayışı içerisine girdim; daha sonra da bunun kaynaklarını araştırabileceğim bir yönteme ve çerçeveye ihtiyaç duydum. ‘Tanıyarak dışlama’ kavramı da bu ihtiyacın içinden çıktı ve araştırma sorumun yanıtlanmasında, bu yanıtın sistemli bir şekilde sunulmasında çok yardımcı oldu. ‘Tanıyarak dışlama’ kavramı ve bunun etrafında geliştirmeye çalıştığım çözümleme, Kürt meselesinin hemen her boyutunu ‘devlet’ aygıtının stratejilerini, söylemlerini ve pratiklerini merkeze koyarak anlamaya çalışan yaklaşımdan farklı bir yerde duruyor. Kürt meselesinin çekirdeğini oluşturan ve onun bugüne kadarki tarihine yön veren olgunun devletin inkârcı ve asimilasyoncu stratejisi ve Kürtlerin buna karşı gösterdiği direnç olduğunu kabul etmemek mümkün değil. Öte yandan, Kürt meselesinin son dönemde kazandığı bazı yeni boyutları sadece ‘devletin’ geleneksel stratejilerine indirgeyerek çözümlemek de artık yeterince ikna edici değil. ‘Tanıyarak dışlama’ kavramının yardımıyla benim kitapta yapmak istediğim şey de orta sınıflarda görülen Kürt karşıtlığının devletin resmi söylemindeki Kürt algısının veya onun Kürtlere dair bir siyasi stratejisinin basit bir uzantısı olmayabileceğini ortaya koymak, kentsel-toplumsal ilişkilerin oluşturduğu görece özerk bir alanda vücut bulabileceğini göstermek ve daha sonra da bu kentsel-toplumsal alanının kuruluşunda neoliberalizm, zorunlu göç ve bunlara eşlik eden sınıf dinamiklerini incelemekti. Temel olarak şunu söylemeye çalışıyordum: Kürt karşıtlığı büyük şehirlerde Kürt göçmenlerin sosyo-ekonomik ve mekânsal olarak ‘marjinalleştirildiği’ ve yaygın sınıfsal horlama biçimlerinin etnikleştiği bir tarihsel süreçle bağlantılı bir şekilde geliyor. Bu tartışmayı kitapta ayrıntılı bir şekilde yapıyorum; kısaca şunu da ekleyeyim: Bu bakış açısının yöntemsel ve siyasal düzlemlerde iki önemli çıktısı var. Birincisi, böyle bir bakış açısı şimdiye kadar genelde bir kimlik meselesi olarak ele alınan Kürt meselesini daha bütüncül bir şekilde anlamak için Türkiye kapitalizminin yapısal dönüşümlerini ve buna eşlik eden sınıf ilişkilerini hesaba katmayı öneriyor. İkincisi, Kürtlerin siyasal ve hukuki anlamda ‘tanınması’ süreci layıkıyla tamamlansa bile Batı kentlerindeki mevcut sınıfsal/mekânsal ilişkilerin yarattığı görece özerk alanda ‘dışlayıcılık’ ve ırkçılık devam edebilir – dünyadaki örnekler de benzer yöndedir. Tam bir barış ve kardeşleşme ancak toplumsal eşitlikle mümkün olacaktır.

SS: Sadece İzmir’in değil; İstanbul, Ankara, Bursa, Adana, Mersin gibi büyük kentlerin varoşlarında yerleşik, kaybedecek pek az şeyi olan ve çok kalabalık bir Kürt ‘kitle’ var. Bu Kürtlerin önemli bir kısmının hem Abdullah Öcalan’a hem de PKK’ye gönül bağı var. Öte yandan Kürtlere düşman Türkler var. AKP iktidarı ise Kürt sorununa karşı ‘savaşçı’ bir pratik izliyor. Bu koşullarda, Kürt sorununun ülke düzeyinde bir iç çatışmaya dönüşme olasılığı hakkında neler söylemek istersin?

CS: Tüm bu ortaya koyduğunuz tablo, bahsettiğimiz Kürt karşıtı bir ırkçılığın zeminini hazırlıyor ve yeniden üretiyor. Bu doğru. Fakat aynı tabloya bakarak bir iç çatışma ihtimali hakkında fikir yürütmek zor. İç çatışma dediğimiz olgu her ne kadar uzun sürece yayılmış bir düşmanlaşmanın varlığında kolaylaşıyorsa da sadece yerleşik dışlayıcı ve düşmanca algılamaların varlığı onun tek başına yeter koşulu değil. İç çatışmanın başka özerk dinamikleri var. Bir de şunu söyleyeyim: AKP ile Kürt hareketi arasındaki mücadele de bir Türk-Kürt çatışması şeklinde cereyan etmiyor. AKP’nin bu son dönemdeki Kürt politikasını onaylayan özellikle üst sosyal sınıflardan bir sürü Kürt görüyorsunuz. Zira buna karşı eleştirel tutum alarak, Kürt hareketine destek sunan Türkler de var. Bu bir etnik çatışmadan ziyade, bir iktidar savaşı, hegemonya mücadelesi olarak okunmalı.

Bunlar iç çatışmanın yeterli koşulları değilse ne zaman böyle bir olasılıktan bahsedilebilir? Bence ‘iç çatışma’ etnik karşıtlıklar üzerine kurulu bir takım milliyetçi-şoven siyasi örgütlerin veya yapıların kitleleri mobilize etme isteğine ve kapasitesine sahip olduğu noktada kışkırtılabilir. Türkiye’de milliyetçi ve ırkçı eğilimler her ne kadar yaygın bir şekilde kendisini gösteriyorsa da bunu bir iç çatışmaya dönüştürecek böyle bir gerekli koşul şimdilik söz konusu değil. Şu an mücadele içindeki aktörlerin stratejileri ve kendilerine biçtikleri tarihsel misyon da bir iç savaş senaryosuyla uyumlu değil bence. Ama böyle bir durumun ortaya çıkması tamamen ihtimal dışı sayılmamalı. Irkçılık ve şovenizm yaygınlığını korudukça bunu örgütlemek isteyen güçlerin ortaya çıkma ihtimali hep olacaktır. O zaman ülke için geri dönüşü olmayan sonuçlar yaratabilecek bir iç savaşı ‘ihtimal dışı’ kılmanın zorunlu koşulu ırkçılığa ve şovenizme karşı daha güçlü mücadele etmek ve pek çok insana demode gibi görünse de halkların kardeşliği fikrinde ısrar etmektir.

SS: Cenk, bize zaman ayırdığın için çok teşekkür ederiz. Çalışmalarında kolaylıklar dileriz.

CS: Ben de sizin ilginize teşekkür ederim ve Serbest Siyasa’ya yayın hayatında başarılar dilerim.

Paran Kadar Yükseköğretim

Ortalık, vakıf üniversitesi reklamından geçilmiyor. TV ekranlarında haber süsü verilmiş üniversite tanıtımları…Koca koca prof.lar , pazarcı edasıyla müesselerini tanıtıp “Gel vatandaş gel..” diye bağırır haldeler… 10 küsür yıllık geçmişleri var ama sayıları 60’ı aşmış vakıf üniversitelerinin. Büyük holdingler, büyük ticaret, sanayi odaları, dersane orijinli eğitim firmaları, kurdukları vakıf üniversiteleri ile, AKP’nin, “yarı-kamusal” diye niteleyip sıvışmaya çalıştığı ve ticarileştirdiği yükseköğretim pastasından, nasiplenmeye bakıyorlar.

Ekmek aslanın ağzında. Herkes çocuğunu olabildiğince okutmak istiyor. En yüksek, en iyi diplomalara sahip olmasını istiyor ki gelecekte, iş bulmakta güçlük çekmesin. Bunun için de her aile elindeki avucundakini eğitime yatırmaktan çekinmiyor. Vatandaş , “eğitim şart!”diyor, Anayasa da, eğitimi, yurttaş için temel bir hak ve kamunun sosyal yükümlülüğü olarak görüyor. Ama, devlet, ancak ilköğrenim çağındakilere ite kaka bu eğitimi sağlıyor. Liseden itibaren eleme başlıyor. Lise çağında bu hakkı kullanması gerekenlerin ancak yüzde 52’si; yükseköğretim çağında da, bu hakkı kullanması gereken gençlerin ancak yüzde 38’i bu haklarını kullanabilir halde…Ama talep dinmiyor. Heryıl yüzbinler sınavlara koşturuyor.. Hoş, yükseköğretim diploması alanlardan şu anda 500 bini (yani işsizlerin beşte biri) işsizler ordusunda ya…. Ama yine de diploma sevdası bitmiyor. ÖSYM’ye göre, üniversite giriş sınavına başvuranlar yılda ortalama 1,8 milyonu aşmış durumda. Bunların yarıya yakını, ortaöğretim son sınıf öğrencisi, geri kalan kısmı ise önceki yıllarda sınav kazanamamış , bir yere yerleşmiş, ama arayışı dinmemiş olanlar…

İnsangücü kaynağını doğru kullanma politikası olmayan AKP rejimi, uzayan kuyrukları eritebilmek için, birçok alanda olduğu gibi, kaliteyi boşverip açılan onlarca üniversite ve yaratılan kontenjanla “gaz almaya” soyundu. Sadece son 3 yılda yükseköğretimli öğrenci sayısı yılda 300-400 bin artırılarak 2 milyona yaklaştı. Bir anda yükseköğrenim çağındaki nüfustan okullaşanların oranı yüzde 38’e çıktı. Oysa birkaç yıl öncesinde bu oran yüzde 10-15 dolayındaydı. “Gaz almanın” nasıl gerçekleştiği malum; 2006-2011 döneminde 50 yeni devlet üniversitesi, 2007-2011 döneminde ise 37 yeni vakıf üniversitesikuruldu. Yanısıra, 2006-2010 yılları arasında okul kontenjanları yüzde 66 oranında artırıldı. 1950’lerden başlanarak, her ile bir şeker,bir çimento fabrikası modaydı. Şimdi de her ile bir üniversite… 103’ü devlet ve 62’si vakıf olmak üzere toplam üniversite sayısı 165…

2006 sonrası 50 yeni üniversite açıldı Hakkari’den Kars’a, Kilis’ten Giresun’a kadar…Tabelalar asıldı. Ne hoca var,ne doğru düzgün fiziki mekan, ama üniversite mi üniversite…Rektörü var mı, var…Öğrenci alıyor mu alıyor…Tut kelin perçeminden…

Onca neoliberal tufandan, yağmadan yükseköğretim eksik kalır mıydı? Kalmazdı elbette; vakıf üniversiteleri mantar gibi türedi. Sayıları kısa sürede 60’ı aşan bu üniversitelerde öğrencilerin şimdilik yüzde 10’una yakını (200 bin) eğitim alıyor. Vakıf üniversiteleri, yükseköğretim pazarından daha çok pay alabilmek için öğretim üyesi,elemanı kadrolarını genişleterek cazibe yaratıyorlar. Öğrenci payı yüzde 10 dolayında ama hocaların yüzde 12-13’ü bu üniversitelerde. Mekanlar gıcır, “havalı”… Ana hedef “markalaşmak”…Böylelikle, cazibe yaratmak ve parayı veren düdüğü çalar kuralı hayata geçirilmek isteniyor. Yıllık ortalama öğrenci ücretleri ise 20-25 bin TL’leri buluyor(kemiksiz).

VAKIF ÜNİVERSİTELERİ
Acıbadem · AKEV Antalya · Alanya Hamdullah Emin Paşa · Altın Koza ·Ankara Bilge · Atılım · Avrasya · Bahçeşehir · Başkent · Beykent · Bezmiâlem Vakıf · Bilkent · Bursa Orhangazi · Canik Başarı · Çankaya · Çağ · Doğuş · Fatih · Gediz · Haliç · Hasan Kalyoncu · Işık · İstanbul Arel · İstanbul Aydın · İstanbul Bilgi · İstanbul Bilim · İstanbul Kemerburgaz · İstanbul Kültür · İstanbul Şehir · İstanbul Ticaret · İzmir Ekonomi · İzmirÜ· Kadir Has · KTO Karatay · Karşıyaka Bilgi · Koç · Maltepe · Melikşah · Mevlana · Nuh Naci Yazgan · Okan · Özyeğin · Piri Reis · Sabancı · Süleyman Şah · Şifa · TED · TOBB Ekonomi ve Teknoloji · Toros · Turgut Özal · Türk Hava Kurumu · Ufuk · Uluslararası Antalya · Üsküdar · Yaşar · Yeditepe · Yeni Yüzyıl · Zirve

Vakıf üniversitelerinin bir hedefi de uluslararası pazardan öğrenci almak. Bu pazarın büyüklüğü 3 milyon öğrenci ve dörtte biri ABD üniversitelerinin. Türkiye’nin payı ise DPT’ye göre yüzde 0,7, yani 20 bin dolayında. Türkiye’yi , “bölgesinin eğitim üssü” yapmak hedefi de var Vakıf ticarethanelerinin…Mide küçük, iştah büyük!..

***

AKP rejimi, 2012 programında(s.208 ), yükseköğrenimi “yarı kamusal hizmet” sayıyor. Böyle nitelemesinin nedeni tamamen “parasal”. Ve devam ediyor; “2010 yılı itibarıyla üniversite gelirlerinin yaklaşık yüzde 56’sını merkezi yönetim bütçesinden aldıkları ödenek, yüzde 33’ünü döner sermaye gelirleri ve yüzde 11’ini özel gelirler oluşturmaktadır” diyen program çözümü de kamu dışına atıyor; “ Bu nedenle, üniversitelerin özel sektör ile işbirliği kurmaları, katma değere dönüşecek projeler üretmeleri gerekmektedir. ..öğrenci katkı paylarının yükseköğretimin finansmanındaki payının artırılması ihtiyacı devam etmektedir.” Tercümesi şu; Haydi veliler,öğrenciler, pamuk eller cebe, paran kadar yükseköğretim devri bu…Paran yoksa, eğitim de yok.

Kaynak: http://mustafasonmez.net/?p=2150


22 Temmuz 2012 Pazar

Tarih olarak bugün - Ergin Yıldızoğlu

14 Haziran 2012

Çarşamba akşamı, haberleri izlemek için televizyonu açtığımda karşıma yaz sıcağında kar başlığı giymiş, el yapımı olduğu çok belli bazuka benzeri bir şeylerle, polise rokete benzer bir şeyler atarak savaşan kalabalık bir grup insan çıkınca çok şaşırdım. “Ne oluyor, Irak mı, Suriye mi?” diye dikkat kesilince durumu kavradım. İspanyol maden işçileri, neoliberal kemer sıkma programlarını, toplumsal yardımlarda planlanan kesintileri, işten çıkartmaları protesto ederken müdahale eden polise cevap veriyorlardı. Gerçekten de, “ilginç zamanlarda” yaşıyoruz. Adeta zaman kırıldı, tarih yapılmayı bekliyor diye düşündüm.

Bu düşünceden hareketle şu sonuca ulaştım: Sosyalist/komünist hareket strateji ve taktiklerini planlarken, her şeyden önce bugün tarihsel olarak çok özel bir dönüm noktasında olduğumuzun ayırtına varılması gerekiyor.

Sosyalist/komünist hareket deyinde de ister istemez, tek bir ülkeyi değil dünya tarihsel hareketin parçası olarak ulusal coğrafyalarda mücadele eden grup, örgüt ve partileri düşünüyorum.

Bu açıdan bakınca da, karşıma, bu grup, örgüt ve partilerin önündeki en önemli görev (taktik adım) “otuz yıldır izlenen örgüt inşa etme çabalarına hız vermek mi, yoksa, momentin özelliklerine uygun, yeni, hatta belki de daha önce denenmemiş mücadele biçimleri geliştirmeye çalışmak mı olmalıdır?” sorusu geliyor.

“... sürdürülemez bir gelecek bekliyor...”
Önce bu “çok özel bir dönüm noktası” olarak nitelediğim momentin üzerinde kısaca duracağım. Bu konuda geçmişte, “küreselleşmeden sonra”, “restorasyon dönemi bitiyor”, “kriz yönetme rejimi tükendi” gibi kavramlar bağlamında epey konuştuğum için bu kez sözü düzenin organik entelektüellerine bırakmak, bu momenti onların ağzından anlatmak istiyorum.

IMF başkanı Christine Lagarde’a göre bizi “sürdürülemez bir gelecek” bekliyor. Çünkü, Lagarde, dünyanın “aynı anda üç krizle karşı karşıya olduğuna” inanıyor. Lagarde bu üç krizi şöyle sıralıyor: İnsanların gelirleri düşüyor. Çevre koşullarına verilen zarar artmaya devam ediyor. Toplumsal karışıklıklar artmaya devam ediyor (The Guardian, 12/06/2012).

Dünyada halen 200 milyondan fazla insan işsiz, 75 milyon genç emek piyasasına girmeye çalışıyor. ABD hane halkının gelir düzeyi hızla düşerek 40 yıl öncesine geri dönmüş. Dünya ekonomisi dört yıldır, 1930’lardan bu yana, en sert mali krizini yaşıyor, çıkacak gibi de görünmüyor. Avrupa ekonomileri, negatif ekonomik büyüme, iki haneli işsizlik oranları, batık devlet bütçeleri, yıkılmak üzere banka sistemiyle derin bir depresyonda. Bu sırada Avrupa işçisınıfı, giderek artan oranda orta sınıflar, mali sermaye adına krizi yönetmeye çalışan Avrupa Merkez Bankası, IMF ve Brüksel Troika’sının dayattığı neoliberal kemer sıkma önlemlerine itiraz ediyorlar, işgal hareketiyle, grevlerle, protesto eylemleriyle, seçimlerde verdikleri oylarla bu itirazlarını birçok biçimde dile getiriyorlar.

Bu sürdürülemez geleceğin önemli bir boyutu daha var. O da uluslararası siyasi dengelerle, daha doğrusu gittikçe belirginleşen kutuplaşmalarla ilgili. Bu konuda lafı daha fazla uzatmadan, Suriye-İran bağlamında gündeme gelen senaryolara, bakmak yeterli. Askeri müdahaleyi çabuklaştırmak, ya da muhalefetin daha fazla gelişmesini önlemek için karşılıklı tezgahlanan katliamlar devam ediyor. Arap Emirlikleri isyancılara silah yardımı yapıyor. Rusya rejime saldırı helikopterleri veriyor. İran bir müdahale olursa ben de misilleme yaparım diyor.

Rusya, Çin, İran- Hizbullah bir yanda, ABD-Arap Emirlikleri- Siyasal İslam- Türkiye ekseni öbür yanda, dişinden tırnağına kadar silahlı, silahlanmaya devam eden, nükleer silahlara da sahip kamplar karşı karşıya siyasi diplomatik manevralar yapıyorlar.

“Bu kez Avrupa gerçekten bir eşikte”
Bu iklim ister istemez bir başka karanlık dönemi anımsatıyor. Düzenin iki önde gelen entelektüeli, tarihçi Nial Fergusan ve ekonomist Nouriel Rubini’ye göre, “Avrupa Birliği 1930’larınkine benzer bir felaketin tekrarlanmasını önlemek için yaratılmıştı, ancak şimdi, öncelikle Almanya gereken dersi almamış görünüyor” (Der Spiegel 12/06/2012).

Bu iki yazara göre 1931’e kadar Büyük Bunalım’ın, ABD kaynaklı birinci raundu yaşanmıştı. Ondan sonra 1931’de Avrupa banka kriziyle birlikte Büyük Bunalım’ın ikinci raundu başladı, 1933 yılında da demokrasi öldü, altı yıl sonra başlayan savaşta da, 6 milyonu Yahudi soykırımında olmak üzere 60 milyondan fazla insan öldü.

Ferguson ve Rubini, hadi bankerler 1931 tarihini anımsamıyorlar, 1939’da ne olduğunu da mı anımsamıyorlar diyorlar.

Yazarlar, bugünkü banka kriziyle, 1931’de başlayan banka kriz arasındaki çarpıcı benzerlikleri aktararak devam ediyor, banka mevduatlarına Avrupa çapında garanti vermek, borçları bir merkezde toplamak, mali işlemlere vergi koymak gibi bir seri, neo-liberal paketlerle uyuşmayan, önlem öneriyorlar.

Buna karşılık bankaların en büyük korkusu, tam da bu tür önlemlerle karşı karşıya kalmak. Otuz yıldır, “serbest piyasadan başka yol yok” varsayımıyla yetişmiş bir kuşak, mali sermayeden başka bir kesiminin çıkarını anlayamıyor.

Düzenin entelektüelleriyse, gereken önlemler alınamazsa daha da artacak olan ekonomik ve siyasi gerginliklerin geçmişte nelere yol açtığını anımsıyor, benzer tehlikelerin ufukta olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. En çok korku yaratan gelişmeler de Yunanistan’da SYRİZA’nın ve tüm Avrupa'da genel olarak solun yükselmesiyle canlanan anti kapitalist muhalefet.

Council on Foreign Relations’un (malum CFR) yayın organı Foreign Affaires’de yayımlanan Stathis N. Kalyvas imzalı “Greece Votes Himsel in the Foot” (Yunanistan kendini oyla ayağından vurdu) başlıklı yazıda bu korkuyu tüm boyutlarıyla görmek olanaklı. Yazara göre 17 Haziran seçimleri yalnızca Yunanistan’ın değil tüm II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa projesinin kaderini belirleyecek.

Yazar “nasıl oldu da bir grup deneyimsiz, şaşkın radikal ve neo-komünist entelektüel, 37 yaşında ve öğrenci eylemcisi eskisi Çipras’ın liderliğinde, kendilerini Yunanistan’ın siyasi güç yapısının en üstüne çıkarabildiler?” diye soruyor.

Yazara göre "Çipras hükümeti kurarsa Yunanistan’ın ekonomik, toplumsal yapısı, kamu düzeni alt üst olacak, hükümet maaşları verecek para bulamayacak" falan filan... Kısacası, yazar açıkça söylemiyor ama, şu noktaya ulaşmaya olanak verecek mantıksal senaryoyu çiziyor: Bu olağan üstü duruma uygun olağan üstü önlemler gerekebilir. Yani, bu ekonomi, toplum, devlet, bu ne idüğü belirsiz kaçıkların eline bırakılır mı?

Bir “tarihsel blok” dağılırken...
Lenin “yönetenlerin artık eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin artık eskisi gibi yönetilmek istemediği” bir durum olarak tanımlayabilirdi yukarda, kabaca özetlediğim görüntüyü. Bu görüntüye bir başka yaklaşımı da Gramsci’nin “tarihsel blok” kavramından yararlanarak geliştirebiliriz.

Yaklaşık 30 yıl önce, dünya ekonomisinde, sermayenin etkinliklerini sınırlayan her türlü toplumsal denetim ve mutabakat kurallarını, kurumlarını kaldırmayı amaçlayan, yaşamın düzenlenmesinde tek seçeneğin serbest piyasa modeli olduğuna ilişkin, 19. yüzyılın vahşi kapitalizmini özleyen bir yaklaşımı egemen kılacak bir “restorasyon” projesi başladı. Kapitalizmin uluslararası kurumları, üniversiteleri (epistemik toplulukları) bu projeyi gerçekleştirmeye, buna uygun olmayan her türlü varsayımı toplumsal söylemden silmeye giriştiler. Orta sınıflar, sendika bürokrasisi kısa sürede bu projeye teslim oldu, işçi sınıfı da önceki dönemin anılarını, bu restorasyona direnme araçlarını, kurumlarını giderek kaybetti.

Böylece, neoliberal bir hegemonya ve sermaye sınıfı söz konusu olduğunda, mali sermaye- medya kompleksi liderliğinde, serbest piyasa pratiği, organik entelektüellerin işlevi, orta sınıfların da katılımıyla bir “tarihsel blok” oluştu. Bu tarihsel blok gerek küreselleşme düzeyinde, gerekse de ülkeler düzeyinde “reformlar” süreci bağlamında egemen oldu.

Bu “tarihsel blok”un 2007 mali kriziyle iç istikrarını kaybetmeye, 2011’den bu yana da AB mali krizinin, derinleşirken tüm dünya mali mimarisini tehdit etmeye başlamasıyla, dağılma sürecine girdiğini görüyoruz. Bu dağılma süreci, farklı ekonomik siyasi coğrafyalarda farklı hızlarda ilerliyor ama, ilerlediği kesin.

Birincisi, mali sermaye, bankacılar üzerinden adeta krizin günah keçisi olmuş durumda. Neo-liberal hegemonya (kriz yönetim modeli ve ideolojisi) artık toplumsal muhalefet karşısında kendini koruyamıyor, artık bu hegemonya, tarihsel bloku oluşturan kesimler tarafından da sorgulanıyor. Sermayenin diğer kesimleri, muhalefetin şiddetini kendi üzerlerinden mali sermayeye yansıtarak, korunma refleksi geliştirmeye başlıyorlar. Buna bağlı olarak organik entelektüeller, krizi sermayenin yalnızca bir kesimini muhalefetin hedefine koyacak, genelini kayıracak söylemleri arıyorlar. Bu tarihsel blokun toplumsal desteğini oluşturan orta sınıflar, ülkelere göre değişen hızlarda neoliberal modele karşı tutum almaya başlıyorlar. Daha önce de vurguladığım gibi bu tarihsel bloku restore edebilmek açısından, bu orta sınıfların yeniden kazanılması sermaye için büyük önem kazanıyor. Burada çok sert, özellikle sağ- popülist (anti finans kapital, yabancı düşmanı, ırkçı, milliyetçi otoriter) seçenekler devreye girmeye başlıyor.

Ben bu gözlemlerden şu sonuçları çıkıyorum: Hem verili hegemonya düzeni sarsılırken, hem de tarihsel blok iç uyumunu ve destek sınıflarını kaybederek dağılmaya başlarken, emekçi sınıflarda uzun yıllardır görülmeyen bir siyasallaşma (henüz büyük ölçüde reformist de olsa), hareketlilik, örgütlenme eğilimi ortaya çıkıyor. Böylece sosyalist/komünist hareket açısından, bir karşıt hegemonya oluşturmak, bir “tarihsel blok” kurma projesine başlamak için bir “fırsat penceresi” açılıyor.

Bu tarihsel blok kurma projesi bence emekçi sınıflarla, kapitalizmin verili halinden (serbest piyasa modelinden) hoşnutsuz kesimleri buluşturmayı amaçlamalı. Bunu başarabilmek için de, bu buluşmayı kuracak söylemi, işbirliği, örgütlenme biçimlerini geliştirmek, bir anlamda kapitalizme karşı nefreti, bu nefreti ifade edecek kolektif eylemi taşıyacak toplumsal hareketi inşa etmeyi amaçlamak gerekiyor.

Bu tarihsel blok projesinin, bu bağlamda hemen her zaman başlangıçta, ilk aşamasında ortaya çıkacak olan, emperyalizme ve kapitalizme karşı (ırkçılığı ve milliyetçiliği kesinlikle dışlaması koşuluyla) sol popülist, reformist reflekslerden korkmamak bunların potansiyellerini değerlendirmeyi amaçlamak gerekiyor. Ya da şöyle koyabiliriz sorunu: Eğer popülizmi kuran ana söylem ulusalcılık, din, ırkçılık değil de kapitalizm karşıtlığıysa, bir anti kapitalist tarihsel blok ve proletarya hegemonyası bağlamında bunun potansiyellerinden yararlanmadan, içinden siyasi bir süreç olarak geçmeden, üzerinden atlayarak ilerlemeye çalışmak yalnızca boş bir çaba olmayacak, aynı zamanda büyük bir olanağı ziyan etmek anlamına gelecektir.

Örgüt ve iktidar
“Tarihsel blok” her zaman siyasi ve ekonomik iktidara ilişkin bir kavram olarak karşımıza çıkıyor.

Bunun kurulmasındaysa sosyalist/komünist hareket açısından en önemli yapıntının örgüt/parti olduğu kuşku götürmez.

Siyasal iktidar öncelikle devlette, onun ideolojik aygıtlarında ifadesini buluyor. Ekonomik iktidar ise, üretim, bölüşüm ilişkilerinin (mülkiyetin) özgün biçimlerine dayanıyor.

Bu açıdan bakınca, tarihsel blok kurma sürecini yönetmeye çalışan sosyalist/komünist hareketin devletin organlarına ve devletin ideolojik aygıtlarına ulaşmaya başlaması, yürütme, yasama organlarına el atacak düzeye gelmesi,tarihsel blok oluşturma sürecini hızlandıracak yönde yasa yapıcı, bu yasaları uygulamaya koyucu olanaklar elde etmesi büyük önem kazanıyor.

Bu açıdan bir noktada eğer gündeme gelmişse, seçimleri kazanmak, hükümeti kurmak sosyalist/komünist hareket açısından, tarihsel blok’un inşası sürecinde, türlü olanakları gündeme getirebilecek bir fırsat olarak karşımıza çıkıyor.

Kapitalist devleti az çok bilen birisi, hükümeti kurmanın, bu tarihsel bloku oluşturmaya yetmeyeceğini kolaylıkla görebilir. Ama bu hükümetin, siyasi gücün dağılımı alanlarında, ekonomik iktidar alanında uygulamaya koyacağı dönüştürücü yasalar, alacağı önlemler, bunları destekleyen, bunlar sayesinde güçlenerek büyüyen kitle hareketi ilerledikçe, ilerlerken kendi yönetim organlarını, alternatif yaşam alanlarını ve biçimlerini oluşturdukça tarihsel blok’un oluşumu süreci de ilerlemeye devam edecek.

Burada tarihsel blok inşa etmeyi, ilerleyen, gelişen ve giderek dönüşecek olan bir süreç olarak düşündüğümü vurgulamak isterim. Bu süreç, sürekli bir ideolojik, siyasi mücadeleyi, sınıflar arası ittifakları, enternasyonal dayanışmayı, kendini koruma ve yönetme organlarını, kapitalizme paralel yaşam ve yönetim kurumlarını bulmayı, kurmayı, bu bağlamda sık sık deneme yanılma yoluna da başvurmayı, en çok da kendiliğinden kitle hareketinin yaratıcılığına, inisiyatifine güvenmeyi gerektirecektir diye düşünüyorum.

Kendiliğinden kitle hareketinin yaratıcılığına ve inisiyatifine güvenmek, bundan yararlanabilmek içinse en önemli, olmazsa olmaz koşul, bu yararlanma olgusuna açık, hazır ve uygun yapılara sahip sosyalist/komünist hareketlerin varlığıdır.

Bu noktada, “otuz yıldır izlenen örgüt inşa etme çabalarına hız vermek mi, yoksa, momentin özelliklerine uygun, yeni, hatta belki de daha önce denenmemiş mücadele biçimleri geliştirmeye çalışmak mı olmalıdır?” sorusuna geri dönebilirim sanıyorum.

Öncelikle, bu sorunun kesin, dogmatik bir cevabı olamayacağını vurgulamak isterim. Bugün Yunanistan’da, gelişkin örgütlere sahip bir solun hükümete gelme olasılığının gündemde olduğu bir momentte, belki de özellikle ve öncelikle “tarihsel blok” oluşturma projesine odaklanmak gerekiyor olabilir.

Buna karşılık, böyle bir hükümete ulaşma olasılığının gündemde olmadığı ülkelerde, tarihsel blok inşa etme - örgüt/parti inşa etme süreçlerini, diyalektik bir biçimde, kimi ara düzeylerin yardımıyla ilerleyecek bir süreç olarak düşünmek gerekli olabilir.

Blok inşa etme süreci işçi hareketini birleştirmeye ve orta sınıf muhalefetiyle (destek sınıflarıyla) buluşturmaya ilişkin bir süreç iken örgütlenme, tek tek üye kazanarak büyümekle değil işçi sınıfının (bir kesiminin) siyasi temsilcisi, onunla arasında temsil ilişkisini bir iddia olarak değil, fiziki (mücadele aracı) ve kültürel olarak kurmakla ilgili olmak durumundadır. Öyle ya örgüt sınıfın içinde inşa edilmiyorsa nerede, hangi tabakalar içinde inşa ediliyor olacaktır acaba?

Diğer taraftan, örgüt kurma sürecinde, yalnızca siyasi geleneğin değil, işçi sınıfının da parçalı olmasından kaynaklanan bir çok merkezlilik durumu söz konusudur. Bu gerçeklik göz önüne alınmadan, “yönetilecek bir sorun” olarak üzerinde düşünülmeden, örgüt inşa etme süreciyle “tarihsel blok” oluşturma süreci arasındaki ilişkiyi kurmak mümkün olabilir mi?

Bu da bizi, çok merkezli örgüt inşa süreçlerinin, hem sınıfı birleştirme hem de sınıfla “orta sınıflar” arasındaki bağı kurma amacının birleştirilmesi sorununa getiriyor ister istemez: Kendi örgüt inşa projelerini terk etmeden, örgüt inşa etmekte olan diğer yapılarla birlikte davranmanın, tarihsel blok kurma amacına uygun eşgüdümü oluşturmaya uygun, cephe, kampanya, koordinasyon komitesi, sendikal platformlar ve daha önce hiç düşünülememiş başka ara biçimleri yaratmanın yollarını bulmak gerekiyor.

Kapitalizmin tarihi içinde 80-100 yılda bir gelen çok özel bir momentte bulunuyoruz. Kapitalizm, yeni bir yapılanmaya geçmeye başlamadan önceki dağılma sürecini yaşıyor. Bu kapitalizmin en kırılgan, egemen sınıfların öz güveninin, ideolojik hegemonyalarının en zayıf, iktidarlarının en istikrarsız olduğu dönemdir. Aynı zamanda yeni şekillenme başlamadan önce, müdahale ederek tarihin okunu başka bir yöne çevirme olanaklarının da oluşmaya başladığı bir dönem. Karşı hegemonya atılımlarının, kapitalist sınıfların dışında bir “tarihsel blok” kurmanın yollarını aramanın zamanıdır. Bu sınırlı bir zamandır, açılan olanaklar penceresi, savaşlar, darbeler, faşist, sağ popülist, dinci hareketlerle kısa sürede, 80-100 yıl için bir siyasi, ekolojik kabusa yol açarak kapanabilir.

Bir laboratuvar olarak Yunanistan- Ergin Yıldızoğlu

Yunanistan bugünlerde, sınıf mücadelesi, komünist siyaset konularıyla ilgilenenler, kapitalizmin ufkunu aşmak için mücadele edenler açısından tam anlamıyla bir laboratuvar oluşturuyor. Bu laboratuvardan yeterince yararlanamadığımızı düşünüyorum. Hatta, bende, tartışmaların, esas olarak, adeta “SYRIZA’ya karşı tutum” sorunsalı etrafında, kitlelerin ve proletaryanın talepleri, beklentileri ve olası kazanımları değil de grup ve partilerin kendi beklentileri, olası kazanımları bağlamında sürdüğü izlenimi oluşuyor.

Komünist (en genel anlamda) hareketin içindeki, toplumsal muhalefetin dalgası yükselmeye başladığında çok daha kolay görülebilir hale gelen, iki kısırlaştırıcı eğilimin Yunanistan’da da dikkat çekmeye, konjonktürü etkilemeye başladığı görülüyor. Halkçılık (popülizm) ve ikamecilik eğilimlerinin özelliklerinin, dinamiklerinin, potansiyel etkilerinin gözlemlenmesi ve anlaşılması açısından da Yunanistan değerli bir laboratuvar oluşturuyor

Laboratuvarın mekanı, zamanı, ufku
Yaklaşık üç yıldır Yunanistan’da kapitalizmin var olan kriz yönetme modeline, neo-liberal küreselleşmeye karşı muhalefet yükseliyor, sınıf çelişkileri sertleşiyor.
Yunanistan aynı zamanda Avrupa Birliği’nin üyesi, Avrupa ekonomisinin bir parçası. Bu nedenle Yunanistan’da yükselen toplumsal muhalefet ve sınıf mücadelesi, tüm Avrupa’da yükselmekte olan toplumsal muhalefet ve derinleşmekte olan sınıf çelişkileriyle aynı zamanı paylaşıyor. Bu açıdan, Avrupa çapında bir genel kabarmadan (büyük küme) bir de bunun içinde Yunanistan’daki kabarmadan (büyük kümenin alt kümesi) söz etmek gerekiyor. Dahası, Almanya ve Fransa gibi ülkelerin ekonomilerinin, Yunanistan, İspanya, İtalya, Portekiz gibi ülkelerin ekonomilerine eklemlenme biçimlerinin emperyalist karakteri düşünülerek tüm Avrupa çapında yükselen toplumsal muhalefetin ortak bir kaderi paylaştığı da söylenebilir.

Ortak bir kaderi paylaştığını düşündüğüm bu muhalefet karşımıza salt bir yoksullaşmaya işsizliğe karşı bir tepki, direniş olarak çıkmıyor. Bu muhalefet, “işgal hareketlerinde” gündeme gelen demokrasi tartışmalarının sergilediği gibi aynı zamanda, tüm diğer dünya görüşlerine kapalı, tüm insanları yalnızca bir tarzda, sermayenin nesneleri olarak var olmaya zorlayan, etkinliklerini verimlilik, karlılık ölçütüne kıyasla değerlendiren, manipüle eden ve denetleyen, doğayı, yaşam dünyalarını sermaye birikimine yakıt yapan, nihilist bir varoluşa karşı da bilinçli, yarı bilinçli ya da içgüdüsel bir tepki olarak şekilleniyor.

Tüm bu olaylar aynı zamanda kapitalizmin yapısal krizini düzenleyen mekanizmaların tükendiğini, kapitalizmin yine bir “geçiş sürecine” girdiğini gösteren bir mali kriz içinde yaşanıyor. Bu “durum” Yunanistan’da yaşanmakta olanların sonuçlarının Yunanistan’la sınırlı kalmayacağını gösteriyor.

“Bugün” durum
Yunanistan’da yaklaşık üç yıldır, “halk” sokaklarda, protesto gösterileri düzenliyor meydanları işgal ediyor, polisle çatışıyor, rejimin önlerine getirdiği kemer sıkma politikalarına “hayır benim istediğim bu değil” diyor.

Rejimin, tüm itirazlara, imkansızlıklara karşın sürekli aynı şeyleri dayatması karşısında “halk” giderek, karşısında hastalıklı bir yapı olduğunun ayırdına vardı ve ufkunu genişletmeye başladı. Seçimlerle iktidara gelen bir PASOK hükümetinin, halkın oyuna baş vurmaya kalkınca, bir uluslararası mali sermayenin yönetim “komitesi” (AB - Trilateral Komisyon- İMF ve Avrupa Birliği kompleksi) tarafından görevinden alınması, bardağı taşıran son damla oldu. “Halk”, çoktan bir informel (gayri resmi) sömürge haline gelmiş bir ülkede, “örtülü” diktatörlük altında yaşıyor olduklarının ayırdına varmaya başladı.
Bu koşullarda gerçekleşen genel seçimler, beklendiği gibi iki düzen partisi PASOK ve Yeni Demokrasi Partisi’ne bir koalisyon kurarak eski politikalarında ısrar etme şansı verseydi, yaklaşık üç yıldır sürmekte olan durum, yukarda değindiğim özellikleriyle devam ediyor olacaktı. Ancak seçimler beklenmedik bir sonuç üretti. Üç yıldır devam eden durum yeni bir “hakikat” (dolayısıyla olasılıklar) üreterek değişti. Egemen sınıf ve kapitalizm Yunanistan’da yönetme kapasitesini kaybetmiştir, neo-liberal hegemonya kırılmıştır. Bu anlamda tarih Yunanistan’da belirsiz bir sürece girmiştir. Bugün durum budur!

Bu yeni süreç iki olasılıktan birine açılacak gibi görünüyor. Birinci olasılıkta, kapitalizm ve egemen sınıf, ya “halkı” yeniden ikna ederek 17 Haziran seçimlerinden yeni hükümeti kuracak bir biçimde çıkacaktır, ya da 17 Haziran seçimlerinden güçlenerek çıkması beklenen SYRIZA’yı eski programın temel bileşenlerini uygulama konusunda yeterince taviz vermiş olarak hükümeti kurmaya zorlayacaktır. Bu olasılıkta, bugün açılmış olan çatlak kapanacak, zaman “dünkü” haline geri dönecektir.

İkinci, daha zayıf bir olasılık olarak, SYRIZA seçimlerden taviz vermeyi kabul etmeyerek çıkacak, hükümeti kuracak ve “halka”, yapı içinde kalarak neyin nereye kadar yapılabileceğini gösterecek, “halk” bu hükümeti nereye kadar destekleyeceğine, nereden sonra “halk” olmaktan çıkarak sınıflara bölünmeye, proletarya hareketine dönüşmeye başlayacağına karar verecektir [1]. Bugünkü durumun belirleyici özelliği bence budur.

Bu iki olasılıktan hangisinin şekilleneceğine, “bugünkü” durumun yeni bir duruma mı açılacağına yoksa önceki duruma mi geri döneceğineyse, bugünkü durum içindeki siyasi öznelerin “halk” ve toplumsal muhalefetle ilişkilerinde benimseyecekleri tutumlar karar verecektir. Bu nedenle, “halkçılık” ve “ikamecilik” eğilimlerinin olası etkilerini gözlemlemek, yakından izlemek ve tartışmak, o deneyleri ortak hafızaya katmak büyük önem taşıyor.

Popülizm (halkçılık)
Konumuz gereği bizi burada “sol” popülizm ilgilendiriyor, faşizm, ya da Siyasal İslam gibi sağ popülizm değil. Popülizm, “bütün sınıflara birden yaslanarak siyaset yapmaya çalışmak” olarak tanımlanabilir. Bu siyasi akım, çelişkili sınıf çıkarlarına sahip sınıflardan oluşan bir insan grubunun (halk) arzularının tümünü birden temsil edecek bir talepler bütününün, programın var olabileceğine inanır.

Gerçekte, farklı sınıflardan oluşan bir grubu, yükselen bir toplumsal muhalefet olarak, birlikte hareket etmeye başladıysa, burada aslında bir “hegemonik moment” oluştuğundan, diğer bir deyişle, halkı oluşturan sınıflardan birinin kendi çıkarını halkın çıkarı olarak sunmayı başararak, geri kalanını bir hareket olarak bir araya toplayabilmiş olmasından söz etmek gerekir.

Popülizm bu hegemonyanın ürünü olarak bu sınıf çıkarlarını gizleyen bir işlevi bilerek ya da bilmeyerek üstlenir.

Sol popülizm esas olarak, büyük sermayeye, yabancı sermayeye, işgale, dinci etnik, ulusal baskıya karşı tepkisini dışa vurmaya başlayan küçük burjuvazinin, kendini sınıf olarak değil, sınıflar çelişkisinin dışında ve üstünde gören öz bilincinin, halk sınıfları arasında yaygınlaşmış egemen bilinç haline gelmiş olmasının ürünüdür. Bu anlamda, sol popülist siyasetin liderliğini kabul etmiş bir halk hareketi, küçük burjuvazinin “çelişkili sınıf pozisyonları” olarak nitelenenistikrarsız ekonomik ideolojik siyası tepkisini yansıtan istikrarsız bir oluşumdur.

Bu hareket yükselirken, hedeflerine ulaşır görünürken bütünlüğünü korur. Bu hareket başarısız olmaya, ivmesi kırılmaya başladığı zaman, halk sınıfları üzerindeki hegemonyasını da kaybetmeye başlar. Bu durumda, “halk” hareketi, toplumsal muhalefet de bütünlüğünü, bir sonraki aşamada, proletarya ve sermaye sınıflarından birinin hegemonyası altında yeniden kazanmak üzere, kaybetmeye başlar.
Popülizm, toplumsal muhalefeti, içindeki sınıf ayrımlarının üzerinden aşan bir biçimde yorumlama ve etkileme çabasına ilişkindir. Popülizmle “toplumsal muhalefeti”, “ hareketini” birbirine karıştırmamak gerekir, popülizm bir siyasi projenin, bir akımın adıdır, “halk” hareketi, toplumsal muhalefet de onun ilgi nesnesi.

İkamecilik
İkamecilik, gerek siyasi kararları alırken, gerekse de bu kararları almaya açılan düşünsel süreçlerde, siyasi partiyi, ya da hareketi (bilinçli, kararlı bir grup insanın iradesini) sınıfın iradesi ya da eyleminin yerine koymaya çalışmaktır.

İkamecilik, pratikte, işçi sınıfının yapacak gücü, örgütlenmesi olmadığı koşullarda, onun adına davranmaya, onun yapamadıklarını yapmaya kalkışmak olarak kendini gösterir. Bu durum, ya siyasi örgütün ya da kendini bu kez siyasi örgütün yerine ikame etmiş bir liderliğin hem sınıftan hem de sınıfın nesnel koşullarından kopmuş, ya da kopuk olduğunun bir göstergesidir.

Marx’ın Rus Nardonik devrimcilerinin eylemlerini düşünürken işaret ettiği gibi, işçi sınıfının henüz tarih sahnesine çıkmadığı ya da yeni şekillendiği bir dönemde, “halk” adına gerçekleştirilen Narodnik eylemler, ikamecilikten ziyade, bir grup aydının, tarihin koşullarına onurlu başkaldırısıdır. Ama halk hareketleri bir kez oluştuktan, proletarya mücadelesi tarih sahnesine çıktıktan sonra, onun adına davranmak, tam anlamıyla ikamecilik, hatta siyasi intihar anlamına gelmeye başlamıştır.

Düşünsel süreçlerde ortaya çıkan ikamecilik genellikle, siyasi konjonktürleri yorumlarken, projeler tasarlarken, örgütün, partinin özellikleriyle, sınıfların, “halk” hareketlerinin, toplumsal muhalefetin özelliklerini birbirine karıştırmakla ilgili bir durumdur. Bu siyasi analizlerde, ya da taktikleri, projeleri tasarlarken, toplumsal muhalefetin, “halk” hareketinin andaki taleplerinin, yerine örgütün çıkarlarını, taleplerini, ikame ederek düşünmekle ilgilidir.

Popülizm, toplumsal muhalefeti, “halk” hareketini, liderliği altına almaya çalışan bir akımdır ve bu bağlamda hem sosyalist hareketin kendini koruması gereken bir akımdır, hem de toplumsal muhalefetin özelliklerinden biri olarak ilişki kurması hatta işbirliği yapması gerekebilecek akımlardan biridir. Muhafazakar partiler, faşist partiler bu kategoriye girmez ler. Ama sol popülist hareketler, az sonra değineceğim gibi reformist hareketler, toplumsal muhalefete ait oluşumlar olduklarından, bu muhalefetin içindeki hegemonya mücadelelerinden sosyalistlerin kaçınmasının olanaksızlığından dolayı, bu kategoriye girerler.

Tam bu noktada Marx ve Engels’in Alman Sosyal-Demokrat İşçi Partisi liderliğine — Bebel, Liebknecht, Fritzsche, Geiser, Hasenclever, Bracke- gönderdikleri 1879 tarihli mektuptaki bir saptamayı anımsamak yararlı olabilir.

“Fakat bu baylar (Hochberg, Bernstein, Schramm) daha önce gösterildiği gibi tam anlamıyla küçük burjuva kavramları savunmaktadırlar. Almanya kadar küçük burjuva olan bir ülkede, tabii ki bu kavramların bir geçerliliği vardır, ama yalnızca Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin dışında. Eğer bu baylar bir Sosyal Demokrat Burjuva parti kurmak istiyorlarsa, bunu yapmaya tabii ki hakları vardır. Bundan sonra onlarla pazarlık edilebilir, koşullara göre anlaşmalar yapılabilir. (August Bebel, Wilhelm Liebknecht, Wilhelm Bracke ve diğerlerine mektup, MECW- Bütün eserler- Cilt 24, sd 253)

Burjuva sosyal demokrat akımlara parti içinde yer yoktur. Bunlar, burjuva sosyal demokrat parti kurabilirler, komünistler koşullara bağlı olarak onlarla pazarlık eder. Anlaşmalar yapabilirler.

Komünistlerin partisi, başka sınıflara ait görüşlerin temsilcilerini içinde barındıramaz. Ama bunların partileriyle pazarlık yapabilir anlaşmalar yapabilir. Söz konusu popülist ya da reformist bir akımın etkisi altındaki toplumsal muhalefet, “halk” hareketi olduğunda, bunun içindeki farklı sınıf çıkarlarını, bilinç düzeylerini göz önüne almak, bu hareketi etkileyen, sol ya da sosyal demokrat partilerle, bu hareketin, bu konjonktürde önüne koyduğu hedeflerine ve çıkarlarına ulaşmasını kolaylaştırmak amacıyla pazarlıklar, anlaşmalar yapılabilir, yapılmalıdır. Komünist hareketin siyasi bağımsızlığını korumak, işte tam da burada, bu pazarlıkları ve anlaşmaları sağlıklı bir biçimde yapabilmek için gereklidir.

Bu bağlamda, Bolşeviklerin, bir aşamada, işçi sınıfı tüm köylükle birlikte hareket ederken, köylülük henüz sınıflar temelinde bölünmemişken, popülist bir köylü partisi olan Trudoviklerin (Sosyalist Devrimcilerin) tarım programını benimsemekten çekinmemiş olmalarını da anımsayabiliriz.

Partinin çıkarlarını (kendini koruma refleksini) “halk” hareketinin, toplumsal muhalefetin, ve bunun içinde işçi sınıfı hareketinin çıkarlarının önüne koymak ikameci bir yaklaşım olmayacak mıdır? Son tahlilde parti sınıfa ve harekete hız vermek, yön vermek, siyasi hedeflerine ulaşmasını sağlamak için mi var yoksa parti olarak var olmaya devam etmek için mi var?

Reform ve devrim
Ne zaman, reform ve devrim konusunda düşünecek olsam, aklıma çok saygı duyduğum ama hayattayken bir türlü anlaşamadığım emektar bir komünistin, “fabrika tuvaletinin temizliği için mücadele etmeyen, devrim için mücadele edemez” sözü gelir. Bu komünistin bir de “sosyalistlerin bir yerdeki varlığı ile yokluğu arasında mutlaka fark olmalıdır. Sosyalistin varlığı fark yaratmalıdır” saptaması var. Bu da konuyla ilgili.

Bu saptamalardan ben öncelikle şu sonucu çıkarıyorum. Komünist hareketin mücadelesinin bir boyutu, işçi sınıfının günlük yaşamındaki hak ve özgürlüklere ilişkin kazanımları için mücadele etmektir. Bu bir gün fabrika tuvaletinin bakımı için işi bırakmayı örgütlemek olabilir, bir başka gün fabrikayı işgal etmeyi örgütlemek. Bu anlamda komünistin varlığı günlük mücadelenin sorunlarının çözülmesi açısından bir fark yaratmalıdır. Yoksa bu varlığın anlamı tartışmalıdır.

Ama Komünist hareket aynı zamanda siyasi bir harekettir. Diğer bir değişle siyasi iktidarı hedefleyen bir harekettir. Öyleyse varlığı bu alanda da bir fark yaratmalıdır. Yaratamıyorsa, bu varlığın anlamı tartışılmalıdır.

Bu kısa saptamalar “devrim ve reform arasındaki ilişki nasıl olmalıdır?” sorusuna açılıyor.

İşçi sınıfının, “halkın” yaşamında el atılması, uğruna mücadele edilmesi, kazanılması gereken o kadar haklar sorunu var ki... Nereden başlamalı? Hangi reformları savunmak gerekir?

Ben bu soruya cevap verirken iki etkeni birden göz önüne almak gerektiğini düşünüyorum. Birincisi, toplumsal muhalefetin hedef aldığı elde etmeyi amaçladığı haklara ilişkin talepler. İkincisi, ucu açık bir süreç de olsa, şimdilik kaydıyla da olsa, siyasi iktidara açılan devrimci bir proje tasarımı.

Belli bir konjonktürde, reformizme düşmeden gündeme alınması gereken reform hedefleri kümesini bence bu devrimci tasarımın hedeflerinin oluşturduğu kümeyle, toplumsal muhalefetin hedeflerinin oluşturduğu kümenin kesiştiği yerde buluyoruz. Bunlar hem olanaklı, hem de kazanım mücadelesi toplumsal muhalefete, halk hareketine ve nihayet onun içinde işçi sınıfı hareketine ivme kazandırabilecek, böylece yeni talepleri gündemine almasına olanak verebilecek reform talepleridir.

Yunanistan’da durum
Bugün (başta sınırlarını tanımladığım haliyle) durumun ana bileşenleri şöyle.
Yaklaşık üç yıldır yükselen toplumsal muhalefet son seçimlerde yeni bir durum yarattı, yükselmeye devam ediyor.
Bu toplumsal muhalefet Yeni Demokrasi ve Pasok Partilerinden kitlesel bir kopuşa, neo-liberal hegemonyanın kırıldığına işaret ediyor.
Bu toplumsal muhalefetin içinde, bir hegemonya mücadelesi sürüyor. Sol taraftan esas olarak SYRIZA, KKE, ANTARSYA, Sağ tarafta faşist parti ve milliyetçi parti. Bugünkü durum, soldan gelen hegemonya mücadelesinin etkisinin. Sağdan gelenden daha yüksek olduğunu gösteriyor.

Sol tarafta, en etkin, hegemonya pozisyonuna yakın merkezin SYRIZA olduğu anlaşılıyor

SYRİZA bir “sol blok”, bir taraftan bakınca reformist, diğer taraftan bakınca popülist özellikler sergiliyor. Bu nedenle de, kan kokusu almış sırtlan misali, AB egemen sınıfları, bu popülist, reformist hareketin iç çelişkilerinin, yapısal istikrarsızlığının üzerine giderek toplumsal muhalefeti daha ileri çekmesini, KKE ve ANTARSYA ile güç birliği yapmasını, toplumsal muhalefetin düzen dışına kaçmasını engellemeye, hatta SYRIZA’yı toplumsal muhalefete ihanet etmeye zorlamaya çalışıyorlar. Bunu başarabilmek için, SYRIZA ile diyalog kuruyor, yakınlaşıyor, Marx ve Engels’in mektuplarında değindikleri gibi, pazarlık edip, anlaşma yapmanın yollarını arıyorlar.

Bunu başarırlarsa, sol içinde bir işbirliği şansı, bir tarihsel moment kaçmış olacak, toplumsal muhalefet, önüne koyduğu taleplerin hiçbirini elde edemeyeceği için ivmesi kırılacak, yeniden iktidarsızlık ruhuna geri dönecek. Bu geri dönüş başladıktan sonra meydan, bu süreçte, SYRIZA’yı yalnız bırakmış, birlikte savaşmak yerine hedef almış olan sol örgütlere, yenilginin nedenleri arasında görülecekleri, toplumsal muhalefet sola güvenini kaybettiği için, kalmayacaktır.

Reformlar için mücadele etmeyenlere, yenilgiyi engellemek için bir şeyler yapmak yerine sırada bekleyenlere halk itibar etmeyecektir. Uzun yıllar sonra ilk kez, sınıf mücadelesini devletin içine taşıyacak bir iktidar olasılığı ortaya çıktığında, bunu dört elle yakalamaya çalışmayanların, “Hele bir dalalım içine bakalım ne olacak?” cesaretini, basiretini gösteremeyenlerin liderlik iddialarını, toplumsal muhalefet, halk hareketi ciddiye almayacaktır.

Sol bir ittifakın, yürütme organının başını, yasamada çoğunluğu ele geçirmesi, tabii ki riskli bir iştir. Siyaset, hele gerçek, devleti kurcalamaya başlayan, devrimci siyaset, çok daha riskli bir iştir. Ama kısa bir süre için bile olsa, (ki bu sürenin kısa mı olacağı, yoksa başka bir sürece açılan bir başlangıç mı olacağını kimse şimdiden bilemez) devlet alanını doğrudan sınıf mücadelesine açmak, “halk” ile hatta proletarya ile devlet arasındaki diyaframı yırtmak, egemen sınıfların halktan yana reformları engellemek için atacakları taklaları, gündeme getirecekleri komploları teşhir edebilme şansı bu risklere değmez mi?

Dipnot
1.Belli bir soyutlama düzeyini koruyabilmek için, “halk”, toplumsal muhalefet kavramlarını, salt “tarihin nesnesi” olarak değil, yaratıcı olasılıkları yaratan potansiyellerine atıfla adeta kendi beyni olan bir şeyin, bilinçli bir varlığın adı gibi kullandım. Daha sonra, siyasi öznelerin tavırlarını konuşmaya başladığımda, bu kez halk ve toplumsal muhalefet kavramlarını, tam anlamıyla nesnel, tarihin nesnesi olarak devinen, kendiliğinden hareketlerin adı olarak kullanacağım.

Türkiye Kentlerinde El Koyarak Birikim

Yusuf Ekici 2008 yılında  ortaya çıkan kapitalist krizin etkileri gün geçtikçe artıyor.  Krizin ortaya çıktığı dönemde, Türkiye’de yet...