25 Temmuz 2012 Çarşamba

Serbest Siyasa Söyleşileri – III: Cenk Saraçoğlu

AKP’nin bir yandan açılım politikası izlemeye çalışırken, diğer yandan Kürt hareketini sindirmeye çalışması bir çelişki değil. Bunlar AKP’nin millet tasarımına ve hegemonya stratejisine son derece uygun, birbirini tamamlayan pozisyon alışlardır aslında.

AKP, DP’nin ve ANAP’ın tam bir devamı olmadığı gibi, Milli Görüş partilerinin takiye yapan versiyonu da değildir.

AKP’nin Kürt politikasını ‘hizmet’, ‘hürmet’ ve ‘tasfiye’nin bir bileşkesi olarak görmek mümkün.

Bugün bazı araştırmalar, bölgede kapitalizmle entegrasyondan kazançlı çıkan, yani orta sınıflaşan veya zenginleşen Kürtlerin radikal Kürt hareketinden çok AKP’ye yöneldiğini, Kürt hareketinin ise gün geçtikçe daha çok kentli veya köylü yoksulların desteğini aldığını gösteriyor.

AKP’nin ülke ölçeğindeki hegemonya projesine en uyumlu strateji, Kürt hareketinin bölgedeki siyasal ve ideolojik etkisini ortadan kaldırmak, bu yolla Kürtleri kendi projesine dâhil etmek ve nihayetinde de bölgeyi Türkiye kapitalizminin genel ihtiyaçları üzerinden şekillendirecek düzeyde kontrol altına alabilmek.

Kürtlerin siyasal ve hukuki anlamda ‘tanınması’ süreci layıkıyla tamamlansa bile Batı kentlerindeki mevcut sınıfsal/mekânsal ilişkilerin yarattığı görece özerk alanda ‘dışlayıcılık’ ve ırkçılık devam edebilir – dünyadaki örnekler de benzer yöndedir. Tam bir barış ve kardeşleşme ancak toplumsal eşitlikle mümkün olacaktır.

Ülke için geri dönüşü olmayan sonuçlar yaratabilecek bir iç savaşı ‘ihtimal dışı’ kılmanın zorunlu koşulu ırkçılığa ve şovenizme karşı daha güçlü mücadele etmek ve pek çok insana demode gibi görünse de halkların kardeşliği fikrinde ısrar etmektir.

***

Serbest Siyasa Söyleşileri’ne, geçtiğimiz günlerde ‘Behice Boran Sosyal Bilimler Ödülü’nde birinciliğe layık görülen Cenk Saraçoğlu ile devam ediyoruz. AKP’nin kurumsal temellerine, Kürt sorununun çokça konuşulmayan yönlerine ve Türkiye’de orta sınıfların Kürtlere bakışına odaklanan bir söyleşi oldu bu.

Cenk Saraçoğlu 1979 yılında Tokat’ta doğdu. Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde lisans eğitimini tamamladıktan sonra, 2009 yılında Kanada’daki Western Ontario Üniversitesi’nden sosyoloji doktorasını aldı. Hâlen ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu’nda öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Irkçılık, milliyetçilik ve göç üzerine çalışmaları Praksis, Toplum ve Bilim, Birikim ve Virgül gibi dergilerde yayınlanmıştır. Praksis dergisinin yayın kurulu üyesidir. Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler – İnkâr’dan ‘Tanıyarak Dışlama’ya isimli kitabın yazarıdır (İletişim, 2011). Bu kitap 2011 yılında ‘Behice Boran Sosyal Bilimler Ödülü’nde birinciliğe layık görülmüştür.

***

Serbest Siyasa (SS): Merhaba Cenk, Serbest Siyasa’nın söyleşi önerisini kabul ettiğin için teşekkür ederiz. Bu yakınlarda, ‘Behice Boran Sosyal Bilimler Ödülü’nde birinciliğe layık görüldün. Tebrik ediyoruz. Sana bu ödülü getiren kitabından ayrıca bahsedeceğiz. Ama önce Praksis dergisinin son sayısında (26. sayı) yayınlanan “İslami-Muhafazakâr Milliyetçiliğin Millet Tasarımı: AKP Döneminde Kürt Politikası” başlıklı makalene değinelim istiyoruz. ‘Liberal solcuların’ sürekli öne sürdükleri demokratikleşme, idari reform, insan hakları gibi – maalesef giderek içi boşalan – kavramları aşmaya gayret eden farklı bir bakış açısı var bu makalenin. ‘Liberal sol’dan ayrıştığın noktaları açımlayarak bu makalendeki meramını özetleyebilir misin?

Cenk Saraçoğlu (CS): Ben de öncelikle teşekkür ediyorum ilgi gösterdiğiniz için. Bahsettiğiniz yazıda genel olarak, AKP’nin Kürt meselesinde uyguladığı siyasetin sadece bölgeye özgü dinamikler veya kısa dönemli hesaplar tarafından şekillendirilmediği, daha ziyade onun ülke ölçeğinde inşa etmeye çalıştığı hegemonya projesinin uyumlu bir parçası olduğu ifade ediliyor. Bu hegemonya projesinin bir dayanağını da Sünni-muhafazakâr değerler ve Osmanlı ortak geçmişi temelinde oluşturulan bir millet tasarımı ve buna uygun bir milliyetçilik anlayışı oluşturuyor. Bu millet kurgusu ve milliyetçilik anlayışı klasik Kemalizm’deki anlayıştan nitelikçe farklı. Bu millet tasarımı içerisinde Kürtler ‘ayrı’ bir etnik grup olarak tanınabiliyorlar; fakat Sünnilik ve ortak Osmanlı geçmişine sahiplik temelinde ‘aynı’ milletin bir parçası olarak. Burada, AKP’nin 2011 seçim kampanyasında kullandığı “Aynı Bağın Gülüyüz Biz” şarkısını hatırlayalım. Yani Kürtler bir alt-kimlik olarak dinsel referanslara dayalı ‘milletin’ bir tür folklorik ögesi, rengi olarak kabul edilebiliyorlar. Bu aynı zamanda onların ayrı bir ulus olarak reddini de içeriyor elbette. Böyle bir millet anlayışı Kürtlerin varlığını onaylayan çeşitli kültürel hakları tanıyabilir; yeri gelir Kürtçe TV’yi açabilir ama Kürtlük üzerinden ulusal haklar elde etme talebini hiçbir şekilde onaylayamaz.

Kürtlüğü bir siyasal eylem kategorisi olarak değerlendiren Kürt hareketine bu kadar sert bir politika izlemeye başlanması da bundan. Tüm bunlar düşünüldüğünde, AKP’nin bir yandan açılım politikası izlemeye çalışırken, diğer yandan Kürt hareketini sindirmeye çalışması bir çelişki değil. Bunlar AKP’nin millet tasarımına ve hegemonya stratejisine son derece uygun, birbirini tamamlayan pozisyon alışlardır aslında. AKP’nin bir yandan “tek bayrak, tek millet, tek devlet” şiarını yükseltirken, diğer yandan “bu ülkede Kürtlüğün inkârını bitirdik” demesini sağlayan da budur. Zira ‘millet’ artık eski millet değil; Kürtlüğün bu millet içindeki konumu da aynı değil. Bu İslami-muhafazakâr milliyetçilik anlayışı, Kürtlere Sünni-İslami değerlere dayalı ‘milletin’ bir unsuru statüsünü vererek sorunu çözmeye ve Kürtlük üzerinden gelişen muhalefeti de bu şekilde etkisizleştirmeye çalışıyor.

Bu yaklaşımın çeşitli biçimlerde ortaya çıkan iyimser liberal anlayıştan pek çok açıdan farklı olduğunu söyleyebilirim. Birincisi, onlardan farklı olarak, AKP’nin son dönemlerde askeri ve polisi devreye sokmasını demokratik açılım sürecinin kazalarından biri olarak değerlendirmiyorum. Hem açılım projesini hem de bu son dönemdeki baskıcı politikaları bu bahsettiğim millet tasarımının ve buna bağlı hegemonya projesinin hayata geçirilmesi çabalarının iki ayrı uğrağı olarak görüyorum. Bununla paralel şekilde, bu bahsettiğiniz liberal cenahtan farklı olarak, son dönemdeki sertleşen politikaları klasik ‘devlet mantığının’ bir uzantısı olarak değil, yürütücülüğünü bizzat AKP’nin yaptığı bu stratejinin bir sonucu olarak değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Bazı liberal gazetelere ve yazarlara baktığımızda öyle bir dil kullanılıyor ki Kürt meselesinde açılım politikalarını yapan AKP oluyor; ama şiddet aygıtlarını devreye sokan ‘devlet’. Demokratikleşmenin faili AKP ise, otoriterleşmenin kaynağı ‘devlet’. Türkiye’de özgürlüğü ‘sivil’ alana, otoriterliği de ‘devlet’ alanına sıkıştırarak bütün ülke tarihini açıklamaya çalışan bu liberal bakış açısı zaten sorunluydu ve çokça eleştirildi. Ama AKP’nin devletleştiği bir dönemde hala bunları dinliyor olmak sadece sorunlu bir teorik yaklaşımı duymanız anlamına gelmiyor; mevcut iktidara doğrudan meşruiyet sağlayan bir ideolojik propagandaya maruz kaldığınız anlamına geliyor biraz da.

Bence, Türkiye’nin 1930–1940 arası dönemini ‘Kemalizm’ ve ‘CHP’ analizi yapmadan, onların stratejilerini ve projelerini göz önüne almadan incelemek ne kadar mümkünse, Kürt meselesinin bugünkü durumunu da AKP’nin hegemonya stratejisini göz ardı ederek, yok sayarak anlamak o kadar mümkün.

SS: Bu makalende, AKP’nin demokratlığının bir ‘temaşa’dan ibaret olduğunu ima ediyorsun sanki. AKP’nin esasen ‘minnet’, ‘millet’ ve ‘iman’ retoriğine yaslanan ‘sağcı bir popülizmin’ taşıyıcısı olduğunu söylüyorsun. Öte yandan, AKP’nin klasik Türk sağı çizgisinde geçmişteki benzerlerinden ayrışan, oldukça özgün bir pozisyonu olduğunu da vurguluyorsun. Nedir AKP’nin özgünlük kaynağı?

CS: AKP, Tanıl Bora’nın Türkiye sağının üç hali olarak gösterdiği İslamcılık, milliyetçilik ve muhafazakârlıktan nasibini almış bir parti. Türkiye’deki diğer sağ partilerle benzer ideolojik kaynaklardan besleniyor. Aynı onlar gibi ‘milletin’ ortak değerlerine vurgu yapıyor; yürütme gücünü artırmaya yönelik hamlelerini ‘millet iradesi’ söylemiyle açıklıyor. Öte yandan, Türkiye sağının bu üç ideolojik kaynağı AKP’de diğer sağ partilere göre biraz farklı şekilde harmanlanıyor. Şöyle ki ‘neyin muhafaza edilmesi gerektiğini’, yani muhafazakârlığının mantığını İslamcılık şekillendiriyor ve buradan çıkan İslami-muhafazakârlık ise partinin milliyetçiliğinin içeriğini belirliyor. Yani ‘milleti tanımlayanın ne olduğu’, ‘kimleri içerdiği, dışladığı’, ‘millî çıkarın nasıl tanımlanacağı’ gibi tüm milliyetçilikler için geçerli olan sorular AKP’de daha çok bu İslami muhafazakâr ideoloji tarafından yanıtlanıyor. Buna bakarak AKP’nin ANAP’ın ilk dönemlerine çok benzediğini iddia edenler olacaktır. Fakat böyle bir İslami muhafazakârlığa dayalı milliyetçiliği bir bütün olarak ANAP değil Turgut Özal’ın şahsı temsil ediyordu. Zira ANAP’ın ülkücüleri, muhafazakârları, liberalleri ve hatta kimi sosyal demokratları da içeren ve bu gruplardan hiçbirinin tam olarak rengini veremediği geniş bir koalisyon olduğu düşünüldüğünde bahsettiğimiz ‘İslami-muhafazakâr milliyetçi’ pozisyonun tam olarak hayata geçmesi zordu. Ayrıca ANAP hiçbir zaman AKP için söz konusu olduğu gibi ‘milletin değerlerini’ yani onun dinselliğini devlet alanında vücuda getirme gibi iddialı bir misyonu üstlenmemişti.

Diğer bir nokta ise şu: Bu İslami-muhafazakâr milliyetçiliğin neoliberal, dışa açık ve küresel kapitalizme uyumlu bir ekonomi anlayışıyla beraber yürümesi, onunla uyumlulaştırılmaya çalışılması da AKP’nin ideolojisini Milli Görüş’ten ayıran ve onu ayrı bir konuma yerleştiren en önemli etkendir. Tüm bu açılardan, bence, AKP Türkiye sağının ideolojik alanı içerisinde ayrı bir yer işgal ediyor. AKP, DP’nin ve ANAP’ın tam bir devamı olmadığı gibi, Milli Görüş partilerinin takiye yapan versiyonu da değildir. AKP’nin demokratlığını – bir temaşadan öte – son derece bütünlüklü bir ideolojik proje olarak değerlendirmek daha doğru olur belki de.

SS: AKP’nin esasen ‘sağcı’ olan Kürt politikasını incelerken üç anahtar kelime kullanıyorsun: ‘hizmet’, ‘hürmet’ ve ‘tasfiye’. AKP’nin – ‘savaşçı’ pratiğinin yanı sıra – Kürt bölgelerine hizmet götürerek ve ‘Kürtlük’ olgusuna hürmet ederek Kürt hareketini tasfiye etmeye çalıştığını mı söylüyorsun? Bu konuyu biraz açıklar mısın?

CS: Bunu önceki soruların oluşturduğu temelde yanıtlamaya çalışayım. ‘Hizmet’ten AKP’nin neoliberal popülist politikalarının Kürtlerin yoğun olduğu illerdeki görünümlerini kastediyorum. Bu politikalarla ilgili ayrıntılı bir analizi Ordu Üniversitesi’nden Deniz Yıldırım AKP Kitabı isimli bir derlemedeki makalesinde yapmıştı. ‘Hürmet’ten ise AKP’nin Kemalist stratejiden farklı olarak Kürtlere yönelik benimsediği ‘tanıma’ politikalarına vurgu yapıyorum. ‘Tasfiye’ ise hem hizmete hem de hürmete dayanan, Kürtleri hegemonya projesine dâhil etme stratejisinin ancak Kürt hareketinin devreden çıkarılarak gerçekleştirilebileceğini işaret ediyor. Bu bakımdan, AKP’nin Kürt politikasını ‘hizmet’, ‘hürmet’ ve ‘tasfiye’nin bir bileşkesi olarak görmek mümkün.

SS: Tarihsel olarak, feodaliteyi bertaraf eden (kapitalist) ekonomik gelişme süreçlerinin ‘demokratik-milliyetçi’ akımları gün yüzüne çıkardığını veya var olan milliyetçilikleri pekiştirdiğini vurgulayan yaklaşımlar var. Öte yandan, Kürt hareketi son yıllarda bölgedeki feodal bağları zayıflatmayı ve kendine özgü bir Kürt milliyetçiliği geliştirmeyi – bölgede kayda değer bir ekonomik gelişme olmaksızın – önemli ölçüde başardı. Hâl böyle iken, AKP’nin – Kürt hareketini tasfiye etmek amacıyla – bölgenin iyi-kötü gelişmesini sağlayacak hizmetlere ağırlık vermesi, zaten oldukça gelişmiş bulunan Kürt milliyetçiliğini daha da güçlendirmez mi? AKP’nin sağcı-popülist ‘tasfiye’ stratejisi kendi başarısının kurbanı olmaya yazgılıdır, diyebilir miyiz?

CS: “Bölgede kapitalizmin gittikçe derinleşmesi AKP’ye ya da Kürt hareketine yarar” diye bir denklem kurmanın zor olduğunu düşünüyorum. Modernleşmeci milliyetçilik teorileri, kapitalizmin gelişmesiyle ulus bilincinin pekişmesi arasında bir bağlantı kurarlar. Bu belli ölçülerde doğrudur, ama Kürt milliyetçiliği biraz daha karmaşık bir olgu galiba. Örneğin, feodal bir toplumsal yapının etkisinin Türkiye’den daha baskın olduğu Irak’taki Kürt milliyetçiliği Türkiye’dekinden daha önce gelişmiştir ve daha fazla kurumsallaşmıştır. Türkiye’de toprak ağalarının, Irak’takinin aksine, bir dönem Kürt milliyetçiliğinin gelişiminin önüne set çektiği de doğrudur. Fakat bu, bölgenin kapitalist yatırımlara ve rant faaliyetlerine açılması sonucunda Kürt milliyetçiliğinin illa ki daha çok güçleneceği veya zayıflayacağı anlamına gelmez. Kapitalizm kaybedenlerini ve kazananlarını yaratan çelişkili bir toplumsal üretim biçimi. Bölgedeki Kürt halkı içerisine de bu çelişkiler yansıyor olmalı. Bugün bazı araştırmalar, bölgede kapitalizmle entegrasyondan kazançlı çıkan, yani orta sınıflaşan veya zenginleşen Kürtlerin radikal Kürt hareketinden çok AKP’ye yöneldiğini, Kürt hareketinin ise gün geçtikçe daha çok kentli veya köylü yoksulların desteğini aldığını gösteriyor. Sonuçta kimin hangi kesimi temsil edeceği, örgütleyeceği ve harekete geçirebileceği ideolojik süreçlerdir ve ideoloji alanını iktisadi süreçlerden tamamen bağımsız olmasa da görece özerk bir şekilde değerlendirmenin doğru olacağını düşünüyorum. Bir de burada Türkiye dışındaki dinamikleri de hesaba katmak gerekir bu görece özerk alanı genişleten bir faktör olarak. Zira Irak’taki, Suriye’deki veya İran’daki gelişmeler Türkiye’deki Kürt milliyetçiliğinin gidişatını etkileyen etkenlerden birisi olmuştur her zaman.

SS: AKP’yi neoliberalizmle, yani kapitalizmi tahkim etmeyi amaçlayan bir ideoloji ile ilişkilendiriyorsun. Öte yandan, Kürt meselesinde barış sağlansa kapitalizmin de bundan istifade etmesi mümkün olabilir aslında. Barış kapitalizm açısından kârlı işlere vesile olabilir yani. Bir kısım neoliberalin ‘barıştan kârlı çıkma’ (peace dividend) dedikleri konu bu. Savaş biterse, yıllardır askerî harcamalara ayrılan devasa kaynaklar bölgede sermaye birikiminin hızlanmasına ve bölgenin ucuz emek deposu olarak kullanılmasına tahsis edilebilir. AKP böyle bir kapitalist gelişme stratejisine pek yüz vermiyor sanki. AKP’nin ‘kurucu babaları’ uzun dönemde bunun – İslamcılık, muhafazakârlık ve milliyetçilik gibi – partinin kurumsal temellerini sarsacağını düşünüyor olabilirler mi?

CS: AKP’nin ülke ölçeğindeki hegemonya projesine en uyumlu strateji, Kürt hareketinin bölgedeki siyasal ve ideolojik etkisini ortadan kaldırmak, bu yolla Kürtleri kendi projesine dâhil etmek ve nihayetinde de bölgeyi Türkiye kapitalizminin genel ihtiyaçları üzerinden şekillendirecek düzeyde kontrol altına alabilmek. Çok ters bir örnek olacak ama aslında İzmir’de bile sorun bu. İzmir’de de AKP tam siyasi-ideolojik hâkimiyet kuramamış durumda ve burada da neoliberalleşme sürecinin AKP’nin istediği hız ve biçimde yürümesinin bazı sınırları ortaya çıkıyor. Yalnız Kürt bölgelerinde buradan farklı olarak bir de süregelen sistem-karşıtı ve silahlı bir karşı koyuş var. Türkiye’nin Kürtleri de gözetecek şekilde yeniden yapılandırılmasına yönelik, yerel düzeyde kalmayan bir talep var. Bu da, Praksis’teki yazıda belirttiğim gibi, AKP’nin bu yeni ‘millet’ vizyonuna aykırı; onun altını oyan bir şey. Bu bakımdan, Kürt hareketinin bölgedeki etkisi siyasi ve ideolojik süreçlerle sınırlanamadığı ölçüde bu kez militarist ve polisiye önlemlere başvuruluyor. Bölgede özellikle 2009’da yerel seçimde ve 2011’de genel seçimde gösterdiği başarı ile Kürt hareketinin ‘barışçıl’ kapitalist yöntemlerle etkisizleştirilemeyeceği anlaşılmış durumda. Bugün izlenen polisiye ve askerî hamlelere dayanan kampanyanın Kürt hareketini etkisizleştirmeyi başarabileceği ve uzun dönemde AKP’nin bölgedeki hegemonyasının tam olarak kurulabileceği umuluyor. Bunun AKP’nin kendi hedefleri açısından ne kadar akıllıca olduğu tartışılabilir tabii. Eski devlet politikalarıyla bugün izlenen arasındaki fark şu gibi geliyor bana: Önceden Güneydoğu ne olursa olsun, Kürtler nereye yönelirse yönelsin devlet otoritesinin kurulması gereken bir ‘coğrafya’ olarak görülürdü; şimdi AKP döneminde Güneydoğu sadece devlet otoritesinin değil siyasi-ideolojik hâkimiyetin de tesis edildiği, Kürtlerin bahsettiğim millet projesine ve Türkiye kapitalizmine sorunsuzca dâhil edildiği bir ‘yer’ olarak kurulmak isteniyor. Yani militarist politikalar, amaçlanan ‘AKP barışı’nı (pax-AKP) inşa etmenin bir aşaması gibi.

SS: Başlarken değinmiştik; Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler isimli kitabın bu yakınlarda ‘Behice Boran Sosyal Bilimler Ödülü’nde birinciliğe layık görüldü. Bu kitapta İzmir özeline odaklanarak, Türkiye’de son yıllarda pekişen Kürt düşmanlığını inceliyorsun. ‘Tanıyarak dışlama’ dediğin bir kavram geliştiriyorsun. Kürt düşmanlığını açıklayan bir unsur olarak – milliyetçi hassasiyetlerden ziyade – orta sınıfların son yıllarda sosyo-ekonomik açıdan güç kaybetmiş olmalarını vurguluyorsun. Kürt sorunu konusunda iyice egemenleşmiş bulunan liberal diskurun demokratikleşme eksikliğine ilişkin vurgusunu da yetersiz buluyorsun. Böylece aslında Kürt sorununa ilişkin ezber bozucu bir düşünsel çerçeve çizmiş oluyorsun. Tüm bu katkılarını biraz açımlayabilir misin?

CS: Aslında kitabın da temel kaynağını teşkil eden doktora tezimi yazarken ortaya çıkmış bir çerçeve bu. İzmir’de yaptığım alan çalışmasında orta sınıf kesimlerde ortak bazı dışlayıcı söylem ve kalıplar üzerine kurulu bir Kürt algısı gözlemlemiştim. Buna öncelikle bir toplumsal olgu olarak, bir araştırma nesnesi olarak muamele etme arayışı içerisine girdim; daha sonra da bunun kaynaklarını araştırabileceğim bir yönteme ve çerçeveye ihtiyaç duydum. ‘Tanıyarak dışlama’ kavramı da bu ihtiyacın içinden çıktı ve araştırma sorumun yanıtlanmasında, bu yanıtın sistemli bir şekilde sunulmasında çok yardımcı oldu. ‘Tanıyarak dışlama’ kavramı ve bunun etrafında geliştirmeye çalıştığım çözümleme, Kürt meselesinin hemen her boyutunu ‘devlet’ aygıtının stratejilerini, söylemlerini ve pratiklerini merkeze koyarak anlamaya çalışan yaklaşımdan farklı bir yerde duruyor. Kürt meselesinin çekirdeğini oluşturan ve onun bugüne kadarki tarihine yön veren olgunun devletin inkârcı ve asimilasyoncu stratejisi ve Kürtlerin buna karşı gösterdiği direnç olduğunu kabul etmemek mümkün değil. Öte yandan, Kürt meselesinin son dönemde kazandığı bazı yeni boyutları sadece ‘devletin’ geleneksel stratejilerine indirgeyerek çözümlemek de artık yeterince ikna edici değil. ‘Tanıyarak dışlama’ kavramının yardımıyla benim kitapta yapmak istediğim şey de orta sınıflarda görülen Kürt karşıtlığının devletin resmi söylemindeki Kürt algısının veya onun Kürtlere dair bir siyasi stratejisinin basit bir uzantısı olmayabileceğini ortaya koymak, kentsel-toplumsal ilişkilerin oluşturduğu görece özerk bir alanda vücut bulabileceğini göstermek ve daha sonra da bu kentsel-toplumsal alanının kuruluşunda neoliberalizm, zorunlu göç ve bunlara eşlik eden sınıf dinamiklerini incelemekti. Temel olarak şunu söylemeye çalışıyordum: Kürt karşıtlığı büyük şehirlerde Kürt göçmenlerin sosyo-ekonomik ve mekânsal olarak ‘marjinalleştirildiği’ ve yaygın sınıfsal horlama biçimlerinin etnikleştiği bir tarihsel süreçle bağlantılı bir şekilde geliyor. Bu tartışmayı kitapta ayrıntılı bir şekilde yapıyorum; kısaca şunu da ekleyeyim: Bu bakış açısının yöntemsel ve siyasal düzlemlerde iki önemli çıktısı var. Birincisi, böyle bir bakış açısı şimdiye kadar genelde bir kimlik meselesi olarak ele alınan Kürt meselesini daha bütüncül bir şekilde anlamak için Türkiye kapitalizminin yapısal dönüşümlerini ve buna eşlik eden sınıf ilişkilerini hesaba katmayı öneriyor. İkincisi, Kürtlerin siyasal ve hukuki anlamda ‘tanınması’ süreci layıkıyla tamamlansa bile Batı kentlerindeki mevcut sınıfsal/mekânsal ilişkilerin yarattığı görece özerk alanda ‘dışlayıcılık’ ve ırkçılık devam edebilir – dünyadaki örnekler de benzer yöndedir. Tam bir barış ve kardeşleşme ancak toplumsal eşitlikle mümkün olacaktır.

SS: Sadece İzmir’in değil; İstanbul, Ankara, Bursa, Adana, Mersin gibi büyük kentlerin varoşlarında yerleşik, kaybedecek pek az şeyi olan ve çok kalabalık bir Kürt ‘kitle’ var. Bu Kürtlerin önemli bir kısmının hem Abdullah Öcalan’a hem de PKK’ye gönül bağı var. Öte yandan Kürtlere düşman Türkler var. AKP iktidarı ise Kürt sorununa karşı ‘savaşçı’ bir pratik izliyor. Bu koşullarda, Kürt sorununun ülke düzeyinde bir iç çatışmaya dönüşme olasılığı hakkında neler söylemek istersin?

CS: Tüm bu ortaya koyduğunuz tablo, bahsettiğimiz Kürt karşıtı bir ırkçılığın zeminini hazırlıyor ve yeniden üretiyor. Bu doğru. Fakat aynı tabloya bakarak bir iç çatışma ihtimali hakkında fikir yürütmek zor. İç çatışma dediğimiz olgu her ne kadar uzun sürece yayılmış bir düşmanlaşmanın varlığında kolaylaşıyorsa da sadece yerleşik dışlayıcı ve düşmanca algılamaların varlığı onun tek başına yeter koşulu değil. İç çatışmanın başka özerk dinamikleri var. Bir de şunu söyleyeyim: AKP ile Kürt hareketi arasındaki mücadele de bir Türk-Kürt çatışması şeklinde cereyan etmiyor. AKP’nin bu son dönemdeki Kürt politikasını onaylayan özellikle üst sosyal sınıflardan bir sürü Kürt görüyorsunuz. Zira buna karşı eleştirel tutum alarak, Kürt hareketine destek sunan Türkler de var. Bu bir etnik çatışmadan ziyade, bir iktidar savaşı, hegemonya mücadelesi olarak okunmalı.

Bunlar iç çatışmanın yeterli koşulları değilse ne zaman böyle bir olasılıktan bahsedilebilir? Bence ‘iç çatışma’ etnik karşıtlıklar üzerine kurulu bir takım milliyetçi-şoven siyasi örgütlerin veya yapıların kitleleri mobilize etme isteğine ve kapasitesine sahip olduğu noktada kışkırtılabilir. Türkiye’de milliyetçi ve ırkçı eğilimler her ne kadar yaygın bir şekilde kendisini gösteriyorsa da bunu bir iç çatışmaya dönüştürecek böyle bir gerekli koşul şimdilik söz konusu değil. Şu an mücadele içindeki aktörlerin stratejileri ve kendilerine biçtikleri tarihsel misyon da bir iç savaş senaryosuyla uyumlu değil bence. Ama böyle bir durumun ortaya çıkması tamamen ihtimal dışı sayılmamalı. Irkçılık ve şovenizm yaygınlığını korudukça bunu örgütlemek isteyen güçlerin ortaya çıkma ihtimali hep olacaktır. O zaman ülke için geri dönüşü olmayan sonuçlar yaratabilecek bir iç savaşı ‘ihtimal dışı’ kılmanın zorunlu koşulu ırkçılığa ve şovenizme karşı daha güçlü mücadele etmek ve pek çok insana demode gibi görünse de halkların kardeşliği fikrinde ısrar etmektir.

SS: Cenk, bize zaman ayırdığın için çok teşekkür ederiz. Çalışmalarında kolaylıklar dileriz.

CS: Ben de sizin ilginize teşekkür ederim ve Serbest Siyasa’ya yayın hayatında başarılar dilerim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Türkiye Kentlerinde El Koyarak Birikim

Yusuf Ekici 2008 yılında  ortaya çıkan kapitalist krizin etkileri gün geçtikçe artıyor.  Krizin ortaya çıktığı dönemde, Türkiye’de yet...