21 Ağustos 2013 Çarşamba

Occupied Times David Harvey Röportajı


Harvey: “toplumun dış yüzeyinin altında köpüren volkanik bir halin olduğunu hissedersiniz ve onun daha sonra ne zaman ve nerede patlayacağını asla bilemezsiniz.”

Occupied Times: "Kent hakkı" kavramından ilk olarak 1968 yılında Henri Lefebvre bahsetti. O "inşa ettiği şehrin baş kahramanı olarak insanın kurtuluşunun ... onun kolektif yaşam için inşa ettiği buluşma noktası" olduğunu savundu.Siz bu kolektif hakkı - kendimizi ve şehirlerimizi yeniden yaratmayı - "en değerli ancak en çok ihmal edilen insan haklarından biri" olarak ifade ettiniz.Son yıllarda bu insan hakkını hangi şekillerde ihmal ettiğimizi düşünüyorsunuz?
 
David Harvey: Eğer ne tür bir şehir inşa edileceği sorusu, ne tür insanlar olmak istiyoruz sorusuna ciddi bir şekilde bağlı ise, o halde bu ilişkiyi açıkça tartışma eksikliği; bizim, insanları ve onların tutkularını yeniden şekillendirilmesini sermaye birikiminin gereksinimlerine terk ettiğimiz anlamına gelir. Bence, 1945'ten sonra Amerika'nın banliyöleşmesinin, sadece Amerika'yı efektif talebi muazzam genişletme yoluyla 1930'ların kriz koşullarına dönüş ihtimalinden kurtarmaya yardım etmekle kalmayıp, aynı zamanda sosyal ve politik olarak devrimci bilinçten veya anti-kapitalist duyarlılıktan yoksun bir dünya yaratmaya da hizmet ettiği, plancılar ve politikacılar tarafından çok iyi anlaşılmıştır. 1960'ların feministlerinin banliyöleri kendi düşmanları olarak görmesi ve banliyö yaşam tarzının sınıfa karşı ön yargılı, ayrımcı ve aşırı ırkçı bir politik öznellikle ilişkilendirilmesi hiç de şaşırtıcı değil.
 
OT: Londra çok kültürlü bir şehir olarak övülür ve belki de kent hakkının önemli bir bileşeni de bir arada yaşama hakkıdır. Şehirleri yeniden tasarlarken ve yeniden yaratırken, bir şehrin yeniden yapılanmasının orada var olan farklı fikirlere ya da topluluklara imtiyaz tanıyan veya onları ayıran bir şekilde yapılmadığından nasıl emin olabiliriz?
 
DH: Toplumsal hareketler, siyasete etkin katılım ve bulunduğu yerelde mücadele etme isteği dışında hiç bir şey bundan emin olmamızı sağlamaz. Şehrin içinde ve ona ilişkin mücadele sağlıklı bir şeydir, devlet müdahalesiyle kontrol edilmesi ve bastırılması gereken bir hastalık değildir.
 
OT: Dijital bir çağda yaşıyoruz. Birçok durumda, insanlar binlerce kilometre uzaktaki insanlarla aynı sokaktaki komşularından daha samimi ilişkiler geliştiriyor. Eğer şehirler, tarihsel olarak, ortak fiziksel mekan etrafında gelişmeye eğilimli ise, fiziksel/mekansal toplulukların üstünlüğünü sarsan iletişim teknolojileri, kentin gelecekteki yapılanmasını nasıl etkileyecek?
 
DH: Yeni teknolojiler, hem yararlı hem de zararlı. Bir yandan "kitle oyalama silahları" olarak işlev görebilir ve insanları politikaya inanmanın yalnızca sanal bir dünyada mümkün olacağına inanmaya yönlendirebilir. Veya, sokaklarda, mahallelerde ve tüm şehirde siyasal eylemleri yaymak ve düzenlemek için kullanılabilir. Kahire, İstanbul, Atina, Sao Paulo, vb. de gördüğümüz gibi siyasal eylemler için sokaklardaki bedenlerin yerini hiç bir şey tutmuyor. Aktif sokak siyaseti ile birlikte çalışan yeni teknolojiler inanılmaz bir güç olabilir.
 
OT: Neil Grey "Kimin isyan şehri?" başlıklı yazısında, sizin en son kitabınız olan "Asi Şehirler"deki analizinizin, ilk defa 1960 ve 1970'ler İtalyasındaki kent mücadeleleri sırasında ortaya çıkan - 'Şehri Ele Geçir' sloganıyla; toplumsal yeniden üretim çevresindeki feminist tartışmalarla; 'toplumsal fabrika' fikriyle ve sözde 'bölgesel halk hareketleriyle' nitelenen - Otonom Marksist geleneği ihmal ettiğinizi, bunun yerine teorinizin kentleşme yoluyla sermayeyi emme ve artı değer üzerinde durduğunu ileri sürüyor. Bu eleştiriye cevabınız nedir? Bu siyasi uygulamaların, yerel halkın şehirlerini nasıl yeniden örgütleyeceğinin ana hatlarını çizmede kullanılabileceğine katılıyor musunuz?
 
DH: Bu eleştiri tuhaf. Elbette 2. bölüm sermaye birikimi süreçleri aracılığıyla kentleşme oluşumu hakkındadır, ama 5. bölüm kentlerdeki toplumsal sınıf hareketlerine ayrılmıştır. Ben tabii ki bu tür hareketlerin hepsini kapsayamayabilirim ve bu nedenle tıpkı İtalya'daki otonomist hareketle bağlantılı olanlar gibi kesinlikle kapsayamadığım değerli bir çok hareket vardır. Ancak ben, sınıf mücadelesi çerçevesinde tüm bu olanların hangi yollarla olduğunu kuramlaştırmaya çalışırken, yüzyılın başlarında insanların evleriyle İtalya'da fabrika konsey hareketini tamamlama şekillerini inceledim ve tabi ki Paris Komünü ve diğer kent ayaklanmalarında olduğu gibi, El Alto'nun hikayesinden de çok fazla ilham aldım. Yani, benim sadece artı-değerle oluşan sermayenin emilmesiyle ilgilendiğimi söylemek oldukça garip ve bence Neil Grey ya kitabı sonuna kadar okumadı ya da, ben onun özel, en çok sevdiği toplumsal kent hareketini ele almadığım için önemsemedi.
 
Bu arada ben, Gramsci'nin fabrika konseylerini bölgesel komitelerle desteklemenin önemi üzerine olan yorumundan alıntı yapmak isterdim: "bölge komiteleri aynı zamanda garson, taksi şoförü, tramvay işçisi, demir yolu işçisi, çöpçü, özel sektör çalışanı, katip ve diğerleri gibi farklı tabakalardan işçilerin olduğu bölgelerdeki temsilcileri birleştirme yolları araştırmalı. Bölge komitesi, o bölgede yaşayan tüm işçi sınıfının, yetkilerce desteklenen kendiliğinden gelişen bir disiplini uygulayabilen ve bütün bölgede anında ve tamamen işin durdurulmasını düzenleyen ve meşru ve otoriter bir dışa vurumu olmalıdır."
 
OT: Çin'de, hızlı kentleşme ve sürekli büyüyen emlak balonunun ardından, Batı'da yaşayan insanların haberi olmadığını ileri sürdüğünüz yükselen bir sınıf mücadelesi olduğundan bahsettiniz. Eğer Çin'de yaşanan duruma daha dikkatli bakacak olursak, ne öğrenebiliriz?
 
DH: Şu anda Çin'de açığa çıkan çok daha fazla şey var ve hem devasa ölçütlerde emlak balonları hem de 2008'de ihracat piyasasının çökmesine tepki olarak kentleşmenin aşırı üretim kronik sorununun tehlikelerine karşı yükselen bir farkındalık da var. Kentlerde yaşanan aşırı birikim konusunda çok ciddi bir tedirginlik var. Teorik olarak, ben neler olduğunu anlıyorum ama iş durdurmaya geldiğinde bir şey diyemiyorum. Çin'de kentsel ve endüstriyel alanda çok fazla huzursuzluk olduğunu biliyoruz ama bunun ne kadar ve ne önemde olduğuna karar vermek çok güç.
 
OT: Siz "mülksüzleştirme yoluyla birikim" olarak adlandırdığınız kavramı kapitalizmde kentleşmenin merkezine yerleştiriyorsunuz. Londra'yı çevreleyen topraklar bugünlerde "yenileme" bahanesiyle, konut yardımı kesintisi ve sözüm ona “yatak odası” isimli yeni vergiyle birlikte dönüştürülüyor. (çn. “Yatak odası” vergisine göre ev sakinlerinin konut yardımı eğer tek bir boş yatak odaları varsa %14, bu sayı iki ve daha fazla ise %25 kesintiye uğrayacaktır.) Gayri menkul geliştiricileri sosyal konutları 'uygun fiyatlı' mülklerle değiştirebilsin diye evlerini yitirmiş Elephant & Castle içindeki Heygate konutlarında oturan yüzlerce kişi pek çok örnekten bir tanesidir. Taban örgütlenme mücadeleleri bu yer değiştirmelere direnmek için ortaya çıktı, ama sürekli olarak siyasal ve yasal kısıtlamalarla karşı karşıya kalıyorlar.Şehir genelinde veya daha geniş anlamda birleşik bir hareketin önemi ve olası güçlükleri hakkında sizin düşünceleriniz nelerdir?
 
DH: Ben tüm şehir genelinde mülksüzleştirilmeye karşı mücadelede mümkün olduğunca birleşmenin hayati öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Ama böyle yapmak, mülksüzleştirilmenin oluşması ve kökenlerinin biçimleri hakkında doğru bir bakış gerektirir. Örneğin, şu aralar, gayri menkulcülerin talancı icraatlarının ve onların il çapındaki finansörlerinin birlikteliğini tanımlamaya ve onların uygulamalarını dizginlemek ve kontrol altında tutmak için il çapında kolektif bir mücadele başlatmaya ihtiyaç var. Son zamanlarda, Brezilya'da ulaşım masraflarına, aynı zamanda Dünya Kupası için yapılacak olan stadyum binasına (Brezilya hakkında konuştuğumuzu düşünürsek bu dikkat çekicidir) ve yer değiştirmelere, kamu kaynaklarının israfına dair kentsel huzursuzluklar görmekteyiz. Bu nedenle kent çapında ve kent ekseninde mücadeleler görmek imkansız değildir. Tehlike, her zaman olduğu gibi, insanların kavgadan yorulmasıyla, mücadelenin zayıflamasıdır. Tek çözüm mücadeleleri devam ettirmek ve bunu yapacak kapasiteye sahip örgütler kurmak (özellikle bir kent mücadelesi olmamasına karşın, Brezilya'daki MST buna iyi bir örnektir).
 
OT: Londra'da bariz bir kamusal alan eksikliği var. Şehrin çoğu özel mülkiyete ait. Şehir gözetim panoptikonu, 'izinsiz girilmez' işaretleri ve piyasa müdahalesi olmayan bir kamusal alan yokluğu ihtiyacını karşılıyor.Kapitalizmin tahribatına karşı direnenlere, sadece çalışmaları için değil, aynı zamanda da yaratıcı etkileşim için yeni yollar keşfetmelerine olanak sağlamak için, halka/topluma açık alanlar araştırmak ve geliştirmek önemli midir?
 
DH: Devlet tarafından kontrol edilen alanları özgürleştirme ve onları halkın kontrolünde olan meydanlar haline getirme sorunu bence kritiktir. Aynı zamanda kamusal alanların yeniden kazanılması çok önemlidir ve umarım böylesi bir sona doğru yönelen pek çok harekete şahit oluruz.
 
OT: Dünya düzenini değiştirmenin güçlü bir yolu olarak "sosyalist şehirler ittifakı" ihtimalinden söz ettiniz. Ne demek istediğinizi ve bunun nasıl işe yarayacağını açabilir misiniz?
 
DH: Bu ilk bakışta biraz alışılmadık bir fikir ancak halihazırda şehirler arasında ve ABD'deki silah kontrolü, gibi bazı konularda bir çok karşılaştırma ve iletişim var. Kent yönetimleri arasında gittikçe daha iyi sonuçlar verebilen iş birliği bağlantıları var. Ben bu tür eylemlerin neoliberal uygulamalara karşı neden daha ileri gidip örgütlü bir kent direnişi kuramadığını anlayamıyorum. İngiltere'de kent yönetimleri çevresinde sözde yatak odası vergisine karşı eş güdümlü bir tepkinin, daha önce gözler önüne serilmiş olan kişi başına alınan vergi mücadelesinin yönteminde yankılanacağını düşünüyorum. Biz aslında bu türden şeyler yaptık ancak sonrasında bunların tahlilini tam olarak yapmadık ve ihtimallerini değerlendirmedik.
 
OT: Sivil itaatsizlik, aralarında Yunanistan, Madrid, Meksika, Buenos Aires, Santiago, Bogota, Rio de Janeiro ve en son Stockholm'ün de bulunduğu tüm dünya şehirlerinde olduğu gibi Londra şehir yaşamının da çok yinelenen bir özelliği haline geliyor. Ayaklanmalar (sadece protestolar ve örgütlü toplumsal hareketler değil) şimdi kent hakkını geri kazanma aracının bir parçası mıdır? Burada, dünyanın finans kapitali içinde olanlar, diğer şehirlerde olan bu mücadelelerden ne öğrenebilirler?
  
DH: Beni bu soruları yorumlamam üzerine çağırdığınızdan bu yana, İstanbul (örneği) var. Küresel duruma baktığınızda, toplumun dış yüzeyinin altında köpüren volkanik bir halin olduğunu hissedersiniz ve onun daha sonra ne zaman ve nerede patlayacağını asla bilemezsiniz (en son ziyaretimde bana kolay anlaşılır gelmesine rağmen, İstanbul'da pek çok hoşnutsuzluğun olduğu kimin aklına gelirdi ki). Bana kalırsa bizler kendimizi bu tür patlamalara karşı hazırlamalıyız ve elimizden geldiği kadarıyla bunları sürekli eylemler içerisinde destekleyen ve geliştiren alt yapı ve örgütsel biçimleri kurmalıyız.
 
OT: Özel mülkiyetin yerleşmiş yasallığını genel kavram içerisinde tanımlarken, İngiltere'de arsa değeri vergisi uygulamanın yararları üzerine görüşleriniz nelerdir?Bu vergiyi savunanların dediği gibi herhangi bir dengeleme etkisi elde edebilir mi?
 
DH: Ben arazi değer vergisinin yardımcı olabileceğini düşünüyorum ama, sonuçta, son yıllarda özellikle Londra ve New York gibi büyük şehirlerde çok güçlü olan rantiye sınıfı tarafından elde edilen çok büyük servetler sorunu üzerine eğilmiyor, oysa bu mülksüzleştirmenin yüzleşilmesi gereken asıl şeklidir.

Çeviri: Marksist Ekonomi Politik Çeviri Grubu

13 Haziran 2013 Perşembe

Direnmenin Estetiği! Burhan Sönmez

  1. Yıldızlar, en karanlıkta daha güzel parlar. Bu ülkenin karanlığına karşı, her yanda yıldızlar parlıyor.
  2. Taksim civarında yaşayan sokak çocukları, direnişin daha ne kadar süreceğini soruyorlar. Direnişteki dayanışma sayesinde karınları doyuyormuş. Camilerin yüz metre yakınında içki içirmemeyi dert edinen hükümet, camilerin yüz metre yakınında insanların aç yaşamasını umursamaz.
  3. Tarihsel olaylar, kalıcı özellikleriyle hafızalarda yer eder. Taksim’de iki haftada kurulan yaşam, bu topraklara bir ütopyanın tohumlarını ekiyor.
  4. Herkes bir arada, herkes özgür. Kimse kimseye bir şey dayatmıyor ve herkes kendi rengini özgürce taşıyor. Antikapitalist Müslümanlar namaz kılarken, ateistler çevrelerinde nöbet tutuyor. Kürtler halay çekiyor, Aleviler semah dönüyor, Türkler marş söylüyor. Sosyalistler, LGBTler, Çarşı, Fener, Cimbom çalışıyor, eğleniyor, birbirlerine sahip çıkıyor. Bir kişinin özgürlüğü herkesin özgürlüğü oluyor.
  5. Hiç kimse muhtaç durumda değil, insanlar eşit. Herkes “ihtiyacından fazlasını” getiriyor ve herkes “ihtiyacı olanı” alıyor. Para yok, mülkiyet yok, aç kimse de yok.
  6. Devletsiz bir deneyim yaşıyoruz Gezi Parkı’nda. Devletin olmadığı yerdeki mutluluğa ve nezakete tanık olmak, hayatın bize armağanı.
  7. Tarihimizde ilk kez, mizah ve neşe bir direnişin dili haline geliyor. Bugüne dek muhalif hareketler hep ölümü göze alarak, en sert biçimde direnirken, şimdi keskin sözlerin ağırlığını aşan eğlenceli ve yaratıcı bir dille ifade ediyoruz kendimizi.
  8. Devlet sert savaşçıları yenebilir. Ama mizahı ve neşeyi yenecek iktidar silahı yok. O yüzden çaresizler. Yalanları işe yaramıyor.
  9. Paris Komünü yetmiş iki gün sürmüştü. Biz iki haftada aynı ilkeleri coşkuyla hayata geçirdik. Komün şiddetle yok edildiğinde, liberaller ve burjuva aydınları oradaki çelişkileri, zaafları ve yanlışları tartışıyordu. Buna itiraz eden Marx, Komün’den geleceğe aktarılacak cevherlere işaret etmişti: Komün’de mülkiyet ve sömürü aşılmış, doğrudan demokrasi kapısı açılmıştı.
  10. Şeyh Bedrettin’in iki mirası var bize. Bir, isyan eden halka katıldı. İki, herkesin eşit ve ortak yaşamasına inandı. Tomas More’un “Ütopya”sı ve İbni Tufeyl’in “Hay bin Yakzan”ı aynı hülyanın içinde yer aldı. Biz o hülyayı taşıyoruz.
  11. İnsanlara güzel bir şey işaret ediyor, parmağımızla gösteriyoruz. Ama iktidar ve onun sözcüleri, işaret ettiğimiz yere değil parmağımıza bakıyorlar ve bize kara çalıyorlar. Bizi tartıştırarak, zayıflatmaya niyet ediyorlar. Israrla söylüyoruz: Parmağımıza değil işaret ettiğimiz yere bakın. Orada ağaçları ve denizi göreceksiniz!
  12. Kızılı sevdik, yeşili koruduk. Duvarlara böyle yazan gençler, bir otobüs durağına, ölü şairlere selam niyetine “Göğe Bakma Durağı” adını verdiler.
  13. Gençlere şükran duyuyoruz. Öyle umutsuz bir anda yetiştiler ki, insanlığımızı uçurumun kenarında kurtardılar. Onları bencil ve cahil sananlar yanıldılar. Gümüşsuyu’na kurulan onbir barikata tek tek isim verirken, geçen hafta yitirdiğimiz Abdullah Cömert’in adını da bir barikata yazdı gençler. Sonra aşağıda, denizi gören en son barikata kocaman harflerle Deniz Gezmiş Barikatı adını verme yüceliğini gösterdiler.
  14. Halk, yalnızken hiçbir şey, birleştiğinde her şeydir. İsteğimizi almazsak, faiz lobisi kentimizi ve hayatımızı çöle çevirecek. Tarih onlar için ya “çanak çömlek” ya da ranttan ibaret, paradan başka bir şeye iman etmiyorlar.
  15. Kerbela’daki masumlar gibi ağaçsız ve susuz kalmamızı istiyorlar. Bunların, bir yanda Kerbela için ağlarken diğer yanda Yezid ile aynı sofraya oturduklarını biliyoruz. Bu yüzden biz çöle karşı suyu ve ağacı, ölüme karşı hayatı savunuyoruz.
  16. Kamu malına zarar vermekten söz ediyorlar. Gezi Parkı’nı ortadan kaldırmak kamu malına zarar vermek değil mi? En barışçı biçimde kamu malına sahip çıkıyor ve asıl biz söylüyoruz: Kamu malına zarar vermeyin!
  17. Burada sadece bir şeyi istememek değil, başka türlü bir şeyi istemek var. Yardımlaşmanın, dayanışmanın muhabbeti var. Sadece bu coşku ve enerji, bu ülkenin insanlarına hiçbir borsa endeksinin ölçemeyeceği bir değer kattı. Sırf bu bile, burayı SİT alanı ilan etmeye yeter.
  18. İnsan müşteri değildir. Bunu unutmamak için başarımızı süreklileştirmeliyiz. Her yıl 31 Mayıs’ta başlamak üzere Kardeşlik ve Dayanışma Şenlikleri yapabiliriz. Herkesin kendi rengiyle geldiği bir özgürlük şenliği ve paranın geçersiz sayıldığı bir eşitlik dünyası. Herkes “ihtiyacından fazlasını” getirir ve herkes “ihtiyacı olanı” alır. Sermayenin korkusuna karşı, halkın hasretidir bu.
  19. İstanbul’un nüfusunu sayarken ölüleri de hesaba katmak gerek,” demişti şair. Geçmişin güzel insanları için de kentimize ve geleceğimize sahip çıkıyoruz.
  20. Gençler en güzelini yazmış duvarlara: “Yenilsek de, damağımızda isyanın tadı.”
  21. Çok şey öğrendik, tarihsel bütün direniş biçimlerimizi ve hayallerimizi yeni bir dile tercüme ettik. Geçmişimizi temize çektik.
  22. Umut, hayal, ütopya! Ve ey isyan! Bir gencin meydanda okuduğu şiir gibi: “Biz sende bütün aşklarımızı temize çektik.”

    http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1204675686&news_code=1371111201&year=2013&month=06&day=13 

28 Mayıs 2013 Salı


Almanya’da yayımlanan Der Spiegel dergisinin elektronik versiyonu olan Spiegel Online ile bir söyleşi gerçekleştiren David Harvey, günümüz sınıf mücadelelerinin giderek artan bir biçimde kentlerde vücut bulduğunu ifade ederken, kentleşmenin önümüzdeki dönemde gerçekleşecek toplumsal çatışmalarda nasıl bir rol oynayacağı üzerinde duruyor:




Spiegel Online: Bir Marksist, bugünlerde işçi sınıfı yerine neden büyük kentlerle ilgilenmeli?

David Harvey:
 Geleneksel Marksistler kuşkusuz ki endüstriyel işçi sınıfını devrimin öncüsü olarak görürler. Buna karşın, bunun Batılı deendüstrializasyonun sonucunda unutulmasından dolayı, insanlar kentsel çatışmaların muhtemelen belirleyici olacağını kavradılar.

Spiegel Online: Borç krizi sırasında Yunanistan’da maaşlar düştü ve sosyal yardımlar tırpanlandı. Tüm bunlar olurken, genel grevler değişiklikleri iptal ettirecek yeterlilikte baskı yaratamadı. Bu, sizin, geleneksel proletaryanın artık devleti felce uğratamayacağı şeklindeki teorinizi destekleyen bir kanıt olarak görülebilir mi?

David Harvey: 
Evet. Günümüz işçi sınıfı, mücadelenin, kentin kendisini merkez aldığı sınıfların daha geniş bir biçimleniminin bir parçası. Ben, geleneksel sınıf mücadelesi kavramını, kent yaşamını üreten ve yeniden üretenlerin tamamının mücadelesi ile değiştiriyorum. Sendikalar kentin gündelik yaşam biçimini –gelecekteki toplumsal çatışmaların bir kilit noktası olarak- göz önüne almalılar. Örneğin ABD’de bu AFL-CIO’yu (AFL-CIO: ABD’de 56 sendikanın çatı örgütü olan “Amerika Emek Federasyonu-Endüstriyel Örgütler Meclisi”; ç.n.) ev hizmetlileri ve göçmenlerle işbirliği yapmaya teşvik etti.

Spiegel Online: Son kitabınız Asi Şehirler’deki temel tezlerden biri, kentsel gelişimin sermaye fazlası sorununu çözdüğü yönünde. Birileri kredi ile yollar inşa ediyor ve mülkiyeti genişletiyor–böylece ekonomik durgunluktan kaçmaya çalışıyor-

David Harvey: 
San Francisco’daki ABD Merkez Bankası (ABD Merkez Bankası, ülkenin 12 ayrı bölgesinde bulunmaktadır; ç.n.) durumu bu şekilde açıklayan yakın tarihli bir raporunda, ABD’nin, tarih boyunca ekonomik durgunlukları her zaman konut inşa ederek ve bunları eşyalarla doldurarak aştığını belirtiyor. Kentleşme, krizi çözebilir –ama bu, her şeyden çok krizden sıyrılmanın bir yöntemidir.

Spiegel Online:
 Bu stratejinin güncel örnekleri var mı?

David Harvey:
 Ekonomi bugünlerde nerelerde en hızlı büyüyor? Çin ve Türkiye’de. İstanbul'da ne görürüz? Her yerde vinçler. Ve 2008 yılında kriz patladığında Çin altı ay içinde, ABD tarafından ithal edilen tüketim ürünlerindeki fiyat kırımlarından dolayı 30 milyon kişilik istihdam yitirdi. Ancak sonrasında Çin hükümeti 27 milyon kişilik istihdam yarattı. Nasıl? Çinliler, muazzam dış ticaret fazlalarını, devasa kentsel gelişim ve altyapı programını oluşturmaya kullandılar.

Spiegel Online:
 Böylesi bir acil kriz stratejisi, Çin’inki gibi otoriter bir yönetime sahip olmakla desteklenmiyor mu?

David Harvey: Yalnızca, Obama’nın Goldman Sachs’a (ABD merkezli çokuluslu yatırım bankası; ç.n.), müteahhitlere para verme talimatı verdiğini farz edin –iyi şanslar! Ama bir Çin bankası Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi’nden bir talimat aldığında, istendiği kadar çok borç verir. Çin hükümeti, bankaları imar projelerine büyük miktarlarda para tedarik etmeye zorladı.

Spiegel Online: 
Bu türden bir kentleşme muhakkak kötü bir şey mi?

David Harvey: Kentleşme, sermaye fazlasının üst sınıf için şehirler inşa etmesi doğrultusunda akıtmak için bir kanal. Bu, şehirlerin yaklaşık olarak ne olduğunun yanı sıra kimin orada yaşayabileceğini ve kimin yaşayamayacağını yakın zamanda tanımlamış etkili bir süreç. Ve şehirlerdeki yaşam kalitesini insanlar yerine sermayenin şartlarına bağlı olarak belirliyor.

Spiegel Online: 
Bununla birlikte İstanbul’da devletin konut edindirme kurumu olan TOKİ yoksullar için birtakım konutlar inşa ediyor. Bu sizin tezinizle çelişiyor mu?

David Harvey: Hayır, çünkü “Gecekondu” denilen evlerin sakinleri, kestirme yoldan şehir merkezinden 30 kilometre uzaklıktaki gelişmekte olan alanlara nakledilmiş durumda. Devasa bir uzaklaştırma.

Spiegel Online: ABD’deki yüksek faizli konut kredisi krizi (ABD'de, kredi notu düşük olan yoksullara, daha yüksek faiz oranından kredi verilmektedir; ç.n.) tamamen alt sınıfları ev sahipliği kapsamına alma girişiminden baş gösterdi. En yoksullar bile kredi alabilsinler diye tedbirsiz finansal ürünler yaratıldı.

David Harvey: Kredi ver! Bu slogan, neoliberal gündeme kabul ettirildi. Ancak bu yeni bir şey değil. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki McCarthy döneminde hâkim sınıflar, konut sahipliğinin, toplumsal kargaşayı önlemede önemli bir rol oynadığını fark etmişlerdi. Diğer taraftan, sol faaliyetlere Amerikan karşıtı olduğu iddiasıyla savaş açılmıştı. Öte yandan inşaat sektörü finansal reformlar ve ipoteğe ilişkin reformlar ile desteklendi. 1940’larda ABD’de oturduğu mülk kendisinin olanların oranı hâlâ yüzde 40’ların altındaydı. 1960’larda hâlihazırda yüzde 65’ti. Ve 2000’lerdekison gayrimenkul patlaması süresince yüzde 70’e yükseldi. 1930’ların sonundaki ipotek reformuna ilişkin tartışmalarda anahtar cümle şuydu: “Borçlu konut sahipleri greve gitmez.”

Spiegel Online: Düşünürler Michael Hardt ve Tony Negri, (Türkçeye çevrildiği ismi ile; ç.n.) “Ortak Zenginlik” isimli kitaplarında, kentin, kamu yararının üretildiği bir fabrika olduğunu iddia ederler. Aynı fikirde misiniz?

David Harvey: 
“Kent müşterekleri”nin tanımı etrafında hayli dönüyor. New York ve Londra’daki işgal hareketlerinin özelleştirilmiş parkları teslim aldıklarında ispat ettikleri üzere, merkezi meydanların kamuya ait olduğu gerçeği, kent hakkı bakımından önemli. Bu bağlamda, Paris Komünü’nün sunduğu tarihsel örneği beğeniyorum: Kenar mahallelerde yaşayan insanlar, dışına atıldıkları şehri geri kazanmak üzere kent merkezine dönmüştü.

Spiegel Online:
 İşgal hareketi, kent hakkını ısrarla istemeli mi? Ev ev, park park?

David Harvey: Hayır, bunun için siyasi güce ihtiyacınız var. Ancak şu günlerde sol, kent politikalarını gerektiren geniş çaplı projelerden ne yazık ki uzak duruyor. Bana göre gönüllü olarak iktidarı teslim ediyor.

Spiegel Online: Siz bir Marksist ve toplumsal teorisyensiniz. Son kitabınızda, sermayenin yerel çelişkilerden ekstra kâr sağlaması anlamında “rant sanatı”ndan bahsediyorsunuz. Tam olarak ne demek istiyorsunuz?

David Harvey: Basitçe söylemek gerekirse, bir tekelci çok rağbet gören malı için değerinden yüksek bedel isteyebilir. Bugünlerde kentler, kendilerini kültürel anlamda eşsiz ilan ederek yüksek bedeller istemeye çalışıyorlar. 1997 yılında Bilbao’da Guggenheim Müzesi’nin inşa edilmesinden sonra dünyanın her yanından kentler bu örneği takip ettiler ve simge projeler geliştirmeye başladılar. Amaç şunu söyleyebilmek: “Bu kent eşsiz ve burada bulunmak için özel bir fiyat ödemenizin gerekmesinin nedeni bu.”

Spiegel Online: 
Ama tüm şehirlerin bir Guggenheim Müzesi ya da şu anda Hamburg’da inşası süren filarmonik binası (Muhabir burada, Hafen City Filarmonik Binası inşaatından bahsediyor; ç.n.) gibi yapıları olursa, amiral gemisi projelere ulaştıklarında başarısız olmalarına sebep olacak bir çeşit enflasyonist etki olmayacak mı?

David Harvey: 
Balon İspanya’da şimdiden patladı ve birçok dev proje yarısı tamamlanmış halde duruyor. Aklıma gelmişken; Olimpiyat Oyunları, futbol Dünya Kupası ve müzik festivalleri gibi önde gelen birçok etkinlik de aynı amaca hizmet ediyor. Şehirler pazarda kendilerine birincil bir konum sağlamaya çalışıyorlar. Fevkalade güzel bir mahsulün nadir bulunan şarabı gibi.

http://www.spiegel.de/international/world/marxist-and-geographer-david-harvey-on-urban-development-and-power-a-900976.html adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir. 


Çeviri: Erkan Çınar / Gerçeğin Günlüğü

Kaynak:http://gercegingunlugu.blogspot.com/2013/05/kentsel-snf-savasm-sehirler-zenginler.html

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Marksizm: Dün, Bugün, Gelecek - Bertell Ollman


16.05.2012
Türkiye’ye bir dizi konferans vermek amacıyla Yordam Kitap tarafından çağırılan Marksist Siyaset Bilimci Bertell Ollman 12.05.2013 tarihinde yaklaşık 3 saati bulan “Marksizm: Dün, Bugün, Gelecek” başlığı üzerine bütünlüklü bir sunum yaptı. Bu yazıda panelde aldığım notları ve Bertell Ollman’ı dinlemeye gelen birçok arkadaş ile sonrasında yaptığımız tartışmaları elimden geldiğince anlatmaya çalışacağım. Bertell Ollman’ın yaptığı konuşmada benim aldığım notlara ilişkin görüş yazılırsa bu yazının kendisi bir adım daha ileriye götürecektir. Panel sırasında aldığım notları maddeler halinde açıklayacağım. Ayrıca simultane çeviride oldukça başarılı olan Sungur Savran’ın emeğini unutmamak gerekir.

            Yordam Kitap, Ekim 2006’da Bertell Ollman’ın “Diyalektiğin Dansı Marx’ın Yönteminde Adımlar” adlı kitabının ilk Türkçe çevirisini yayınladı. Bertell Ollman’ın İzmir’de yaptığı sunumun içeriği bir nevi bu kitabın bütünlüklü bir özeti gibiydi. Bu kitabın başında Karl Marx’ın “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş” adlı çalışmasından bir alıntı yer alıyor:“Olduğu yerde donup kalmış koşulları, kendi şarkıları eşliğinde dans etmeye zorlamalıyız”.Yapılan sunumda Bertell Ollman olduğu yerde donup kalmış koşulları kendi şarkıları eşliğinde dans ettirmenin tek yolunun diyalektik olduğunu dönüp dolaşıp vurguladı.

            Kapitalist sistemin doğduğu günden bugüne yaşadığı dönüşümler toplumsal hayatın da köklü bir şekilde dönüşmesini sağladı. Yaşanan bu dönüşüm nedeniyle mevcut bir durum üzerinde tahlil yapan birçok Marksist insanın da oldukça sığ yorumlar yaptığını belirterek sunumuna ilk olarak Marksizm ne değildir? sorusunu sorarak cevaplamaya çalıştı. Bazı kavramlar vardır ki kullanıldıklarında birçok farklı anlama gelmektedir. Olaya bu şekilde bakıldığında kavramların hiç de masum olmadığı görülecektir. Bu kavramlara örnek vermek gerekirse; planlama, kalkınma, reform vb.dir. Ollman konuşmasında Marksizmin ne olmadığına dair bazı maddeleri şu şekilde sıraladı:
  •    Marksizm ekonomik bir kalkınma mıdır?
  •    Marksizm ekonomik determinizm midir?
  •   Marksizm bütün ezme ve ezilme biçimlerine karşı mıdır?
  •    Marksizm ütopik bir düşüncenin bir biçimi midir?
  •    Marksizm sadece belli konuları (kadın sorunu, çalışma hayatı vb.) gündemine alacak bir bilim midir?

Bertell Ollman yukarıda sıralanan maddelere yüksek sesle “hayır” dedi. Yukarıda sıralanan maddelere “evet” diyen kesimlerin özellikle yanlış bir Marx okuması yaptığını belirtti. Yukarıda sıralanan maddeler gerçek olsaydı Marx’ın tamamlayamadığı Kapital’i kuşkusuz bir ekonomi kitabı olarak kabul edebilirdik. Kapital’i okuyanlar onun ekonomi kitabı olmadığını pek ala farkındadır. O zaman Marx’ın esas konusu nedir? Marx’ın temel mevzusu kapitalist toplumun hareket yasalarını ortaya koymaktı ve bunu büyük ölçüde başardı.

            Kapitalist sistem bir süreç ve ilişki ağında düşünüldüğünde olgular birbirinden neden bağımsız görünür? Marx yaptığı çalışmaların büyük bir kısmında görüngülere değil gerçeğin daha derinlerde olduğu vurgusu bulunmaktadır. Ollman ise kapitalizmin görüntü ile gerçek arasındaki esrarlı perdeyi sürekli olarak sıkı tutmaya çalıştığını belirtti. Esrarlı perdenin ortadan kalkmaması için kapitalistler büyük bir çaba harcamaktadırlar. Kriz dönemlerinde görüngü ile gerçek arasında bulunan fark azalmaktadır. Bertell Ollman bu konuya şöyle bir örnek vererek “sular çekildiği zaman çıplak olanları görürsünüz” şeklinde özetledi. O halde yapılması gerekenin tarihsel bağlamından koparmadan kapitalizmin özgül parçalarını karşılıklı etkileşim içine sokarak kıvılcım çıkarmak gerektiğidir.

            Diyalektik yöntem nedir? Diyalektik yöntemi öğrenmenin önemi nedir? Bertell Ollman olguların, olayların daha net anlaşılmasını sağlayan diyalektik yöntemi şu şekilde tanımladı: “Diyalektik yöntem; bir olayı açıklarken sınırların nasıl çizileceği birimlerin nasıl oluşturulacağı meselesini gündeme alır.” Marksizm bizi yöntemle (diyalektik) ve pratikle (sınıf mücadelesi) donatarak sürekli değişen topluma dair çıkarımlarımızın güncellenmesini sağlar ve böylelikle topluma başka bir dünyanın mümkün olduğu çabasına yardımcı olur. Marx kapitalist toplumun hareket yasalarını açıklamaya çalışırken soyutlamaya başvurmuştur. Marx’a göre soyutlamalar yapılmadan kavramaları açıklamak oldukça güçtür. Bertell Ollman’ a göre diyalektik yöntem olmadan dünyada yaşanan değişim ve dönüşümleri anlamak pek mümkün değildir.

            Kapitalist üretim biçimin diğer üretim biçimlerinden temel farkı nedir? Marx Kapital’in 1.cildinde Özgürlük, Adalet, Eşitlik, Bentham! şeklinde bir ifade kullanır. Bu kavramları diyalektik bir bütünlük içerisinde tartıştığımızda kapitalist üretim biçiminin temel farkını ortaya koyma şansımız oldukça yüksektir. Burada dikkat edilmesi gereken temel nokta; “kapitalizm bir şey değil, bir süreçtir” bundan kaynaklı el aldığımız olguları da bu kapsamda değerlendirmek zorundayız.

            Kapitalizmde “özgürlük” emek gücünü satma özgürlüğüdür. Olgun kapitalist sistemde hiç kimse silah zoru ile çalıştırılmaz. Herkes kendi emek gücünü dilediği kapitaliste satar. Pazar ilişkileri nasıl ki metaların değerlerini belirliyorsa, emek gücünün değeri de burada belirlenir. Yalnız burada bir ayrıntıyı gözden kaçırmamak gerekir işçi emek gücünü satmadığı zaman yaşama şansı yoktur. Bu noktaya dikkat ettiğimizde sloganda yer alan “Özgürlük” ifadesinin ne anlama geldiği daha net anlaşılacaktır. Kapitalist sistemde “adalet” sermaye birikiminin devamlılığını merkezine alır. “Eşitlik”; her işçinin üretim araçları karşısındaki konumudur. Kulağımıza oldukça hoş gelen kavramları üretim ilişkileri içerisinde düşündüğümüzde kendimizle çelişkiye düşeriz. Marx bu durumu şöyle ifade etmişti: “kapitalizmde her şey çelişkili gözükür ve gerçekten öyledir”.Özgürlük, Adalet, Eşitlik, Bentham! Bertell Ollman'a göre bu sloganın arkasındaki sır oldukça önemlidir.

            Kapitalist sistemin diğer sistemlerden temel farkı artı değer sömürüsüdür. Çok kısa ifade etmek gerekirse bir işçinin belli bir iş günü sonrası harcadığı emek sayesinde oluşan değerin sadece bir kısmını elde etmesidir. Kapitalist üretim ilişkileri geliştikçe gerekli emek (işçinin emek gücünü yeniden üretebileceği miktar) ile artı emek (karşılığı ödenmemiş emek) arasındaki oransal farklılık sermayenin lehine olmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken en temel nokta; kapitalist bölüşüm ilişkileri düşünüldüğünde işçilerin bizzat kendi ürettiklerinin toplamı içinden satın alabileceklerinin payının gittikçe azalmasıdır (Burada işçinin aldığı ücret üzerinden yorum yapmak doğru değildir. Önemli olan bir işçinin satın alabileceği miktar değil yarattığı değerden aldığı paydır).

            Kapitalist sistemde üretimi açıklarken ne tür alt başlıklar kullanılmalıdır? Üretim tarzı açıklanırken; dağıtım, mübadele, ticaret, finans, tüketim gibi kavramların hem kendi başlarına hem de bir bütünün içinde birbirleriyle olan ilişkisi ortaya konulmalıdır. Böyle yapıldığı zaman üretim tarzı bilimsel bir şekilde açıklanmış olacaktır. Olgular arasındaki ilişkiyi anlamada bir diğer önemli temel unsur bulunmaktadır. Bu temel unsur olguların tarihsel kökenine bakmanın gerekliliğidir, böylece olguların maddi ön koşulları kavranabilir. Ollman’ın deyimiyle bugünden düne gitmek!

            Devlet mekanizması sermaye birikim sürecinde nasıl bir yerde durmaktadır?Bertell Ollman’a göre devlet mekanizmasını bir baskı aracı olarak tanımlamak doğru ama yeterli bir tanımlama değildir. Ollman, kapitalist sistem geliştikçe devletin erkinin yeni rollere bürünmek zorunda olduğunu belirtti. 1980 sonrası dönemde devletin aldığı biçime baktığımızda sermaye ile yeni bir ilişki içerisine girmiştir. Aslında devletin görünen yüzü ile gerçek yüzü arasındaki esrarlı perde görece ortadan kalkmıştır. Yeni dönemde devletin sermaye ile bir bütünün parçası olduğu gerçeği daha net görünmektedir. Devletin görünen yüzüne baktığımızda karşımıza “kamu” olarak çıkmaktadır. Fakat kâr oranlarının düştüğü bir ortamda veya Ollman’ın deyimiyle “suların çekilmesiyle çıplak olanların daha net ortaya çıkacağı” durumda devlet erkinin sermaye birikimi açısından anlamı daha net anlaşılacaktır.

Terori ile pratik arasında nasıl bir ilişki bulunmaktadır? Bertell Ollman’ın konuşma başlıklarından bir diğeri ise strateji ile taktik arasındaki temel farklılıkları açıklamasıydı. Bu konuyu açıklarken Marx’ın kendi döneminden örnekler verdi. Bertell Ollman’a göre Marx daha çok strateji konuları üzerine çalıştı, taktik konusunda oldukça az çalışmasının olduğunu belirtti. Verdiği bir örnekte Marx’a Hollanda’dan gelen bir mektupta nasıl bir mücadele tarzı yürütecekleri sorusu sorulduğunu, Marx'ın bu konuda fikir belirtmenin zor olacağını, çünkü Hollanda'da yapılan mücadele konusunda bilgisinin az olduğunu ama yapılması gerekenin en temel sorunlar üzerinde durmak olduğunu belirtmiştir. Örneğin Karadeniz’de yapılacak mücadele HES mücadelesidir, Mersin’de Nükleer Santrale Hayır mücadelesi, İzmir’de Taşeronlaşmaya Hayır mücadelesi, İzmir Müzisyenler Derneği’nin Sigortasız Çalışmaya karşı mücadelesi, Ankara Dikmen Vadisi halkının Barınma Hakkı talebidir. Bu listenin farklılaşmasının temel nedenleri kapitalizmin eşitsiz gelişimi, her bölgenin farklı toplumsal yapısıdır…

           2008 yılında yaşanan ve bugün etkileri devam eden kriz hakkında ne söylenebilir? Bertell Ollman yaşanan son krizin diğer krizlerden oldukça farklı olduğunu söyledi. Yaşanan krizin nedenini son birkaç yılda yaşanan değişim ve dönüşümlere bakılarak anlatmak mümkün değildir. Bundan kaynaklı Ollman her kriz gibi bu krizin de tarihsel bir süreç içinde diyalektik yöntem aracılığıyla açıklanabileceğini belirtti. Olgulara diyalektik bir ilişki kurulmadan bakıldığında krizin nedenleri ile sonuçları büyük ihtimalle yer değiştirmektedir. Bertell Ollman yaşanan birçok krizin eksik tüketim, aşırı üretim gibi görüngülerle ortaya çıktığını belirtti (her ne hikmetse salonda yer alan bazı arkadaşlar Ollman’ın yaşadığımız krizleri aşırı üretim ve eksik tüketim gibi nedenlere bağladığını anlamış). Marx’a göre gerçek ile görüngü aynı şey olsaydı bilime gerek kalmazdı. Bertell Ollman bu noktanın üzerinde durarak, ardından Marx’tan alıntı yaparak krizin nedenleri ile sonuçlarının birbirine karıştırıldığını belirtti (salondaki bazı arkadaşlarımız bu noktayı kaçırmış. Ollman Marx’ın kriz kuramı üzerine yaptığı çalışmasının yakın zamanda biteceğinin haberini verdi). Bertell Ollman ayrıca krizlerden kurtulmanın tek yolunun krizi yaratan nedenlerin ortadan kaldırılması gerektiğini belirtti (Ayrıntılı olarak özel mülkiyet mevzusu üzerinde durdu).

            Kapitalizmin gelişmişlik açısından geldiği noktaya bakıldığında yaşadığımız krizden kurtulması neden mümkün değildir? (Günümüzde ekonominin konusu olmayan alanları düşündüğümde bu söylem bana oldukça iddialı geldi). Ollman bu sorusunu şu nedenlere bağladı;
  •  Canlı emeğin oransal olarak üretim sürecindeki payının azalması, yedek işçi ordusunun büyümesi,
  •   Otomasyon,
  •   Bilgisayarlaşma,
  •   E-ticaret, 
  •   Offshore (kıyı ötesileşme),
  •  Out-sourcing (başka ülkelerde taşeronlaşma),
  •   Değersizleşme,
            Ollman, yukarıda tanımlanan nedenlerden kaynaklı olarak, gelinen noktada kapitalizmin kendi sonuna doğru büyük bir hızla yaklaştığını belirtti. Bundan dolayı yaşadığımız krizin nihai bir kriz olduğu, bu noktada Rosa Luxemburg’un “ya barbarlık, ya sosyalizm!” tespitine katıldığını belirtti.

            Kapitalizmde planlı üretim yapılabilir mi? Ollman her kapitalistin kendi içinde planlı üretim yaptığını ama kapitalist sistem bir bütün olarak düşünüldüğünde planlı üretimin mümkün olmadığını belirtti. Bunun temel nedeni sermayenin içkin özelliği olan büyüme hırsının olmasıdır. Örneğin rekabet olgusunu tek başına ele aldığımızda bir kapitalistin kendi başına yaptığı planlamanın bütün içinde çok da bir anlamı bulunmamaktadır.

            Krizin yarattığı olanaklar nedir? Ollman’a göre kriz dönemleri işçi sınıfının bilince varması, safların netleşmesi, muğlâk tanımların ortadan kalkması ve işçi sınıfı partilerinin kitleselleşmesine önemli katkılar sunduğunu belirtti. Tabi burada taktik ve stratejinin önemini unutmamak gerekir. Bertell Ollman’ a göre, iş aramak zorunda olan işini yitirme korkusuna sahip olan herkes işçi sınıfına dahildir.

            Kapitalizm madem bu kadar kötü bir durumda alternatifini nasıl oluşturacağız?İşçi sınıfının kurtuluşu Marx’ın belirttiği gibi kendi eseri olacaktır. İşçi sınıfının partisi devrim için temel yapı taşıdır. Partinin kendisini işçi sınıfıyla ete kemiğe büründürmesi gerektiğini belirten Ollman bunun için parti kadrolarının Marksizm'i iyice kavraması gerektiğini sıkça vurguladı. Günümüzde işçi sınıfı partilerinde diyalektiğin yeterince anlaşılamamış olması nedeniyle partinin işçi sınıfı adına politika üretmekte son derece yetersiz kaldığını belirtti.

            Kapitalist toplumda sosyalizm ve komünizm görüngülerini görmek mümkün müdür? Bertell Ollman’a göre gelişmiş kapitalist toplumda sosyalizm ve komünizm görüngüleri oldukça fazladır. Önemli olan bunu topluma anlatabilecek yol ve yöntemin oluşturulmasıdır. İşçi sınıfının önemli bir birikime sahip olduğunu vurgulayan Ollman aynı zamanda SSCB, Küba, Şili gibi deneyimlerinden ders çıkarmak gerektiğini belirtti. Ollman ayrıca 1917 Ekim Devrimi döneminde yaşasaydı Bolşevik Partisi’ne üye olacağını belirtti. Ollman bu konuda sol harekete yönelik “geçmişin deneyimlerini genelde olduğu gibi sahipleniyoruz, asıl önemli olan yanlış yapılan şeyleri söyleyerek deneyimi sahiplenmektir” şeklinde eleştiride bulundu. Ollman Diyalektiğin Dansı kitabında yapılması gerekeni şu şekilde ifade etmektedir: “Yaşamın herhangi bir alanında mevcut durumu korumaya yönelik bütün çabalar hüsranla sonuçlanmaya mahkûmdur”. Mevcut kazanımları korumanın tek yolu yeni mevziler elde etmektir.

            Bertell Ollman konuşmasına J.P. Sartre’den bir alıntı ve bir hikâye anlatarak bitirdi. “İşçilerin kapitalizmde özgürlüğü yoktur. Tek özgürlükleri işçilerin kendi özgürlüklerini kazanma mücadelesidir (J.P. Sartre )”. Hikâyede ise bir rahip öğrencilerine cevabı evet veya hayır olacak şekilde bir soru soruyor. Öğrenciler verdikleri cevap ne olursa olsun karşılarındaki rahip kafalarına bir adet sopa indiriyor. Öğrencilerden bir tanesi dayanamayıp sopayı rahibin elinden kapıyor. Ollman, bu hikayeden yola çıkarak işçi sınıfının günümüzde yapması gerekenin sopayı eline almak olduğunu söylemiştir.

·         Bu notlar daha önce okuduğum “Diyalektiğin Dansı” kitabından aldığım notlar ile Bertell Ollman’ın yaptığı konuşma esnasında aldığım notların harmanlanmasıdır.


19 Mayıs 2013 Pazar

Bertell Ollman İle Sınıf Mücadelesi


“Sınıf Mücadelesi”, Marksist felsefeci, siyaset bilimci, New York Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Bertell Ollman’ın keşfi. Yordam Kitap tarafından Türkçeye çevrilen oyun, artık Türkiye’de de satılıyor.
Bertell Ollman, tanınan bir Markist felsefeci, ödüllü bir siyaset bilimci, New York Üniversitesi'nin profesörlerinden biri ve bir masa oyununun yaratıcısı. 'Sınıf Mücadelesi', adından anlaşılacağı gibi bir oyundan öte, işçi sınıfıyla kapitalistlerin arasındaki savaşı ortaya seren bir eğitim seti de. Oyun kadar hayatı da ilginç Ollman'ın; doktora yapana kadar sıkı bir anti-Marksistti, Marks'ı kendisinden dinlediğinde iyi bir Marksist oldu. Oyunu basmak için girişimciliğe soyundu ve...
“Patronun öldü, ama yeni patron da aynı şeyleri yapıyor. Sorunların ahlaksız bir patrondan değil, patronar sınıfından kaynaklandığını anlamaya başladın. 2 varlık”, “Az önce işten atıldın. Kendini, diğer etnik gruplardan işçileri ya da dış rekabeti suçluyorsan, 2 kare geri git. Kapitalistleri suçluyorsan, 2 kare ileri git”, “Geçen hafta bulaşık yıkamadıysan veya akşam yemeği hazırlamadıysan 2 kare geri git (Kadın-erkek ayrımı kapitalist sınıfa hizmet eder)”, “Sendika kurma hakkı kazandın!”...
Hayatın herhangi bir yerinde karşınıza çıkabilecek bu cümleler, bir masa oyununun yönlendirme kartlarından. “Sınıf Mücadelesi”, Marksist felsefeci, siyaset bilimci, New York Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Bertell Ollman’ın keşfi. Yordam Kitap tarafından Türkçeye çevrilen oyun, artık Türkiye’de de satılıyor. Bu sadece bir oyun değil, Marksist öğretinin masaya dökülmüş hali. Sizleri Ollman’la ve oyunla tanıştırayım da buna siz karar verin:
- Marksizmle nasıl tanıştınız?
- Wisconsin Üniversitesi’nde öğrenciydim, o dönem Amerika’daki tek Komünist Gençlik Kulubü bizim üniversitedeydi ve ben onlardan nefret ederdim. İlerici Sosyal Demokrat Kulubü’nün başkanı olarak onlarla 3-4 büyük münazara yaptım. Marks’a dair çok çok az biliyordum, ama iyi bir münazaracıydım. Onlarsa iyi bilseler de kötü tartışıyorlardı. Ben kazandım. Tezim, Marksizm üzerine düşmanca eleştirilerle ilgiliydi. Bir yıl Marks’ın ne kadar yanlış, aptal olduğunu anlatan kitaplar okudum. Tam bir anti-Markist uzmandım. Oxford’da doktora yaparken bunla övünüyordum. Komünistlerse, “Marks’ın karşısındaki her şeyi biliyorsun, ama kendisini okumamışsın” diyordu. Haklıydılar. İki yılımı sadece Marks okuyarak geçirdim. Garipti, çünkü Kapital’in ne diyeceğini ve niye yanlış olacağını okumadan biliyordum, ama sayfayı her çevirişimde aslında eleştirilenden başka bir şey söylendiğini gördüm. Keşfettiğim Marks’a hayranlık duymaya başladım. Böylece yavaş yavaş Marksist oldum.
- Tanınan bir Marksist felsefeci, ödüller almış bir siyaset bilimcisiniz. New York Üniversitesi’nde politika dersi veren bir profesörün “oyun”la işi ne?
- Keşke ben de bilsem (gülüyor). Yazar bir arkadaşımla burjuva kültürü üzerine çok tartışırdık. Masa oyunları da konularımızdandı, çocuklar ve gençler dünyayı bu oyunlarla anlamaya çalışıyor ve çoğu zengin olmak üzerine. Düşünün, “Yalan söyle, aldat ve çal” adında bir oyun vardı. Bunun alternatifi olmalı, diye düşündük. O zaman komünist ülkeler vardı. Rus bir arkadaşıma sorduğumda, “Evet, ‘Amerikalıları Aya En Hızlı Kim Götürecek?’, adında bir sosyalist oyunumuz var” dedi. Macaristan’daki arkadaşımsa “Var, adı da; En hızlı kim Dacia marka araba alacak?” dedi (Gülüyor). Bunları duyunca, sosyalist oyun nasıl olabilir, diye tartıştık. Ben daha ileri gidip 4-5 sene tatillerde notlar aldım. Karım ve oğlum, delirdiğimi düşünüyorlardı. Oyunu hazırladığımdaysa, artık delirdiğimden emindiler.
- İlk onlarla mı oynadınız?
- Sosyalist oyun hakkında konuştuğum arkadaşım, eşlerimiz ve onun kızıyla oynadık ilk. Arkadaşım, kapitalisti oynadı, on yaşındaki kızı işçileri. Kızına karşı çok acımasızdı, iyi bir kapitalistti yani, ama işçiler kazandı. Herkes çok eğlendi. Ama annesi, yatma vakti geldi, dediğinde küçük kız “Tüm güç işçilerde” diye direndi. O an, “Ben ne yaptım” dedim (gülüyor). Platon’un “Yasalar” kitabında oyun keşfedenler hakkında bir bölüm vardır, “Dünyadaki en tehlikeli insan oyun keşfedenlerdir, çünkü insanlar, özellikle çocuklar oyundan öğrenir” der. Bunu okuduğumda komik gelmişti, ama şimdi emin değilim.
- Oyunu piyasaya çıkarabilmek için de epey uğraşmışsınız...
- Büyük oyun şirketlerine yolladım, bakmadılar bile. Sonunda 12 profesör arkadaşımla Sınıf Mücadelesi AŞ’yi kurup kendimiz yaptık oyunu. Çok popüler oldu. New York Times gibi gazetelerde bir senede 300 haber yayımlandı. Yarım milyon sattık. Oyuncak işindeki bir arkadaşımız, oyun satanlar çok muhafazakârdır, sosyalizm başlıklı oyun almazlar, hatta onu üreten firmanın diğer oyunlarını da almazlar, demişti. Doğru çıktı. Kanada’da büyük bir zincir 500 tane alıp bir haftada sattı, ama başka almadılar. Nedenini sorunca genel müdür “Baştan almamız hataydı, bu oyunu alan herkes cehenneme gidecek” dedi.
- Yine de şimdiye kadar beş dile çevrilip satıldı oyun. Şimdi de Türkiye’de.
- İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca ve İtalyanca’ya çevrildi. İtalya’da oyunu büyük bir zincir sattı, ama çok korkuyorlardı. Oyunu tanıtmaya İtalya’ya davet ettiklerinde büyük basın toplantısı düzenlediler. Bir arkadaşımı tercümeyi kontrol etmesi için çağırdım. Çünkü genel müdür, gerçek hayattaki sınıf mücadelesine girme, eğlenceli kısımlarını anlat, deyip duruyordu. Sınıf mücadelesi hakkında söylediğim hiçbir şeyi çevirmemişler. Umarım şimdi söylediklerim çevriliyordur (gülüyor).
- Oyunun Marksist mücadeleye nasıl bir katkısı olabilir?
- Sınıf mücadelesini sosyalistlerin kazanması için, sınıf bilincinin oluşması ve kapitalizmi reforme değil, alt eden, işçi sınıfını temsil eden bir parti şart. Oyun da bu rotada ilerliyor. Yoğun mücadele noktalarına işçiler, partileri olmadan girerlerse kesin kaybediyor. Bu yüzden oynayan çocuklar şunu anlıyor ki, başarı için işçi sınıfının partisi olmalı. Evet, bu bir oyun, ama aynı zamanda bir eğitim. Oyun kılavuzu bir kitap gibi. Yarım milyon satıldığını ve birini altı kişinin oynadığını düşünürsek, Marks ve Engels’in kitaplarından sonra en çok okunan Marksist kitap. Bununla büyük gurur duyuyorum.
Cumhuriyet / 19.05.13

29 Nisan 2013 Pazartesi

Nail Satlıgan’ı yitirdik…


Türkiye sosyalistlerinin saygın isimlerinden, özellikle Marx’ın başyapıtı Kapital üzerine çalışmalarıyla Marksist literatüre önemli katkılarda bulunan Nail Satlıgan’ı 28 Nisan 2013 pazar günü akşam saat 10′da yitirdik. Satlıgan uzun süredir kanserle mücadele ediyor, ancak çeviri ve kitap çalışmalarını sağlığı el verdiğince büyük bir çabayla sürdürüyordu.
Yakın dostu Ahmet Tonak, Satlıgan için dini tören düzenlenmeyeceğini, anma töreninin daha sonra duyurulacağını söyledi.
Pekin’de başlayan yaşam yolculuğu İstanbul’da noktalanan Satlıgan, gittikçe ağırlaşan sağlık sorunlarına karşın Kapital’in Almanca aslından Türkçeye kazandırılmasında Mehmet Selik’in yarım kalan çalışmasını tamamlamış, bu eser Nisan 2011′de okura ulaşmıştı.
Satlıgan’ın anısına kendisiyle Kapital’in Türkçedeki serüveni üzerine yaptığımız söyleşiyi paylaşıyoruz:
Karl Marks’ın başyapıtı Das Kapital’in birinci cildinin Almanca aslından yapılmış Türkçe çevirisi Nisan 2011′de okurla sunuldu. 2005′te yaşamını yitiren Mehmet Selik’in yarım kalmış çabasını kaldığı yerden sürdüren Nail Satlıgan’la Kapital’in Türkçedeki çeviri serüveni, Kapital’in önemi ve güncelliği üzerine konuştuk. Kapital’in Almanca orijinalinden yapılan çeviri hangi yanlış anlamaları gideriyor? Marks’ın başyapıtı olmakla birlikte tamamlayamadığı bu esere yönelik eleştiriler ne kadar haklı? Antonio Gramsci, “Bolşevik Devrimi” ile ilgili olarak “Kapital’e karşı devrim” derken neyi kastetti? Kapital’in teorik mirası 21. yüzyılda nasıl sürdürülecek? Kapital neden okunması zor bir eser? Tüm bu sorulara yanıt aradığımız söyleşimizin video röportaj biçimine sendika.tv’den ulaşabilirsiniz.
Merhabalar hocam. Almanca orijinalinden çevirisi Nisan 2011′de yayımlanmış olmakla birlikte, Kapital’in Türkçeye kazandırılmasının uzunca bir öyküsü var. Sol Yayınları’nın İngilizce çeviriyi esas alarak yaptığı çeviri, Mehmet Selik’in çevirileri ve son olarak da sizin Yordam Yayınları ile birlikte Almanca aslından yaptığınız çeviri. Kapital’in Türkçeye kazandırılması serüvenini olumlu yönleri ve eksikleriyle birlikte değerlendirirsek neler söyleyebiliriz?

Kimsenin hakkını yememek için biraz daha geriye gidelim. Dr. Hikmet Kıvılcımlı 1937 yılında Kapital’i Almanca aslından çevirmeye başlıyor. Fransa’da yapıldığı gibi, bunu cilt cilt değil de fasikül fasikül yayımlamayı düşünüyor. Yedi fasikül de yayımlanıyor. Fakat 1938′de, Türkiye sol tarihinde önemli bir dava olan, hem Hikmet Kıvılcımlı’nın hem Nazım Hikmet’in yargılandığı donanma davasında tutuklanıyor. Bu serüven yarıda kalıyor. Yani birinci girişim Hikmet Kıvılcımlı’nın Almancadan çevirmeye yönelik ve yedi fasikül halinde başlayan ama yarıda bitti bile diyemeyeceğimiz, birinci bölümle sınırlı bir girişimi var.
İkinci girişim, bizim bu yayınımızda ortak çevirmen olarak yer alan Mehmet Selik’in Sol Yayınları’nda başlayıp Odak Yayınları’nda devam eden, gene Almancadan yapılan çeviri. Ancak o da yarıda kalıyor. Mehmet Selik de 2005 yılında ölüyor.
Şimdi Almancadan çeviri konusunda, bizimki üçüncü girişim oluyor. Mehmet Selik’in Sol Yayınları’nda başlattığı ama bitiremediği bu Kapital çevirisini Sol Yayınları daha sonra, çabasına büyük saygı duymamız gereken Alaattin Bilgi’ye veriyor ve Alaattin Bilgi, Kapital’in çevirisini bitiriyor. Yalnız, oradaki eksiklik o çevirinin İngilizceden yapılmış olması.
Şimdi biz Mehmet Selik’in daha önce yayımlanmış olan, Almancadan çevirdiği kısımları çok sıkı bir gözden geçirmeyle yayımlıyoruz. Mehmet Selik’in çevirememiş olduğu kısımları da gene Almancadan ben çevireceğim. Bu girişim biterse Almancadan yapılmış ilk eksiksiz çeviri ortaya çıkmış olacak.
Türkiye’deki sol kuşaklar ağırlıkla Alaattin Bilgi’nin çevirisini esas aldı. Ancak hem İngilizceden çevrilmiş olması gibi bir özelliği var hem de bildiğimiz kadarıyla Alaattin Bilgi iktisatçı değil. Şunu da biliyoruz. Sol Yayınları’nın Marksist klasikleri Türkçeye kazandırmada çok kıymetli bir çabası olmasına karşın, bunlar ilk girişimler olması ve kimi dil sorunları nedeniyle eksikler de içeriyor. Siz Almancasından yeniden çevirirken, İngilizceden yapılan çeviri konusunda ne gibi eksikler, yanlışlar tespit ettiniz?
Bence, Marksizm’in en temel yapıtı söz konusu olduğunda, çevirinin asıl dilinden yapılmış olması başlı başına bir değer taşır. Aslı Rusça olan yapıtların çevirileri için, çevirilerin Rusça dışındaki bir dilden yapılmış olmasını bir ölçüde mazur görebiliriz. Çünkü Rusça çevirmen sayısı az. Bunların içinde Marksist terminolojiye vakıf olanların sayısı daha da az. Ama şimdi Almanca, İngilizce, Fransızca gibi Türkiye’de yaygın olarak bilinen diller söz konusu olduğunda çevirilerin asıl dilden yapılmamış olması büyük bir eksiklik.

Alaattin Bilgi’nin kusuru olmaksızın, bu, kendi başına Türkçe Marksist edebiyat bakımından çok önemli bir boşluk yaratıyordu. İngilizceden yapılmış olması bazı önemli terminoloji sorunlarına da yol açıyordu. Şimdi böyle tek tek örnekler üzerinde durmak gereksiz. Kaldı ki ben Alaattin Bilgi’nin çevirisinin iyi bir çeviri olduğunu düşünenlerdenim. Çok saygıdeğer, minnettar olmamız gerekir. Otuz küsur senedir Türkçe Kapital metni Alaattin Bilgi’nin çevirisi.
Ama şöyle bir durum var. Mesela Das Kapital’in Almanca aslının alt başlığı “Kritik der Politischen Ökonomie“dir; yani “Ekonomi Politiğin Eleştirisi”. Alaattin Bilgi’nin çevirisinde kaynak metin olarak kullandığı Moskova baskısı İngilizce çevirinin alt başlığıysa “Kapitalist Üretimin Eleştirel Tahlili”dir. Yani Kapital’in daha alt başlığında ortada bir yanlışlık var. Bu, dediğim gibi Alaattin Bilgi’nin kusuru değil. Çünkü Alaattin Bilgi’nin kaynak metin olarak kullandığı İngilizcede alt başlık, “Kapitalist Üretimin Eleştirel Tahlili”.
İngilizce çeviri aynı zamanda Marks’ın kontrol edemediği çeviri değil mi? Fransızcasını gözden geçirebiliyor ama İngilizcesini gözden geçiremiyor…
Evet. Orada çok haklısın. Fransızcaya da gelelim sonra. Şimdi mesela bu şöyle bir durum yaratıyor. Çok uzun süreler boyunca Türkiye’de sol çevrelerde, “ekonomi politik” kendi içinde, kendi başına ilerici bir şey, hatta Marksist bir şeydir, Marksizan bir şeydir gibi bir kanaat hâkim oldu. Şimdi bu kanaati Kapital’in mevcut çevirisinin alt başlığı giderebilecekken, böyle bir etkiden biz mahrum kaldık.
Kapital ve Marks’ın bütün yapıtı bir ekonomi politik değildir. Ya da öbür ekonomi politiklere, burjuva ekonomi politiğine, Adam Smith ve David Ricardo geleneğine alternatif bir ekonomi politik değildir. Ekonomi politiğin eleştirilmesi ve Marksist ve Hegelci anlamda aşılmasıdır.
Çevirinin İngilizceden yapılmış olması, İngilizcedeki yanlış alt başlığın Türkçeye de aktarılması yoluyla ekonomi politik konusundaki bir yanılsamanın ortadan kaldırılmasına hizmet edeceği yerde onu pekiştirmiş oldu. Bu bence önemli bir sıkıntı.
(Satlıgan’la söyleşimizden önce, sendika.tv’de Kapital’e ve Marksizm’e ilişkin videoların yer aldığı bölümün başlığı “Ekonomi Politik”ti. Daha sonra Satlıgan’la söyleşimizin görüntülerini de eklediğimiz bu bölümün başlığını “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” olarak değiştirdik; Sendika.Org’un notu)
Ahmet Tonak ve Sungur Savran “Kapital’i Okuyoruz” başlığı altında 11 derslik bir program düzenlemişlerdi. Orada Sungur Savran, “değişim” yerine “mübadele” demek gerekir diyor. Düz çevirisi yapıldığında “ne farkı var ki” denebilir. “Değişim” yerine “mübadele” kullanmak gibi, bu tarz kavram değişiklikleri de çok oldu mu yeni çeviride?
Oldu, evet. Bir iki örnek vermek gerekirse, Sungur’un işaret ettiği değişim-mübadele meselesi iyi bir örnek. Değişimi biz piyasadaki alışverişin yanı sıra örneğin “toplumsal değişim” diye kullanıyoruz. Ülkenin sosyoekonomik yapısında meydana gelen değişimler, diyoruz. Değişiklikle eş anlamlı kullanabil
iyoruz. Şimdi bu durumda, piyasada meydana gelen alışveriş için özgül bir terim kullanmakta yarar var. Yani o açıdan “mübadele” demekte yarar var. Biz Mehmet Selik’in çevirisini de gözden geçirdiğimiz için bu tür müdahalelerde bulunduk.

Bir başka örnek, meta. Mehmet Selik kendi çevirisinde mal kelimesini kullanıyor. Ama metanın Marksist terminolojide özgül bir anlamı var. O da piyasada satılmak üzere üretilmiş olan maldır. Metanın böyle özgül, terimsel bir içeriği olduğunu vurgulamak bakımından gündelik dildeki mal yerine eskimiş de olsa meta kelimesini tercih ettik. Mehmet Selik’in metnine bu tür müdahalelerimiz oldu. Bu arada Türkçenin bir geçiş döneminde olması, Osmanlıca diye tabir edebileceğimiz bir dil ya da jargondan öz Türkçeye geçiş süreci içinde bulunmamız, uzun süreli bir geçiş bu, belli kavramlar için birden çok karşılık arasında tercih yapma olanağını bize verdi. Bundan yararlandığımızı söyleyebilirim.
Öncesinde de birtakım çabalar bulunmakla birlikte, Kapital’in Almanca aslından çevrilmesi 2011′e kadar ertelenmiş bir proje olarak kaldı. Okurlar, Kapital’in meraklıları öğrenmek isteyecektir, bu yeni çeviri fikri nasıl açığa çıktı? Yeni çevirinin öyküsünden kısaca bahseder misiniz?
2008′de dünya çapında patlak veren finans bunalımı bütün dünyada ve o arada Türkiye’de Marks’a olan ilgiyi artırdı. Dünyanın her tarafından “Marks haklı mıydı?” diye sorular sorulmaya başladı. Buna olumlu cevap verenlerin sayısı artmaya başladı. Bunun yanında, Mehmet Selik’in yarıda kalmış bir emeği var. O emeği değerlendirelim. 30 senedir piyasada yok bu kitap. Almancadan çevirmeye başlamış, ömrü vefa etmemiş. Bu emeği değerlendirmek için bu işe biz girişelim, dedik. Böyle oldu.
Kapital’in yeniden çevrilmesinin nedeni, 2008′de krizle birlikte Marks’a olan ilginin artması dedik. Krizin ardından, sermaye çevrelerinde de böyle bir durum var. Hatta bizde de İshak Alaton övgüyle söz eder. Ancak Kapital’in, genel anlamda da Marks’ın güncelliği hala tartışma konusu edilebiliyor. Kapital’in ve Marks’ın güncelliğine ilişkin neler diyebiliriz?
Bu çok önemli ve güzel bir soru. Kapital, yazıldığı tarihte, yani 19. yüzyılın ortalarında ne kadar güncel idiyse, bugün kat kat daha güncel. Bu yargıyı çok rahatlıkla formüle edebiliriz. Bu bana ait bir görüş değil. Ernest Mandel 1975′te, aşağı yukarı 50 sene tek İngilizce çeviri durumunda olan Moskova baskısı çeviriden sonra, Penguin Yayınevi’nin çıkardığı yeni İngilizce çeviriye yazdığı giriş yazısında, Türkçede “Marks’ın Kapital’i” diye çıktı, bu yargıyı ortaya koyar. Bu çok doğru bir şey.
O zamana oranla çok daha güncel. Neden? Birincisi, Marks’ın yapıtına ve Kapital’e ilgi duyan herkesin bildiği bir söz vardır: De te fabula narratur. Yani, hikaye seni anlatıyor. Orada söylediği şey şu. İngiltere o zaman kapitalist gelişme içinde en zirvede olan ülke. Kapital’deki somut örnekler, ampirik örnekler de, hem kapitalizmin en gelişmiş olduğu ülke olduğu için; hem Marks İngiltere’de yaşayıp çalıştığı için örnekler İngiltere’den veriliyor. Şimdi bu bütün somut örnekleri İngiltere’den verilen bir yapıtın kıta Avrupa’sında yadırganabileceği endişesiyle de te fabula narratur diyor. Kıta Avrupa’sındaki okuyucu, “iyi güzel de, bunun bizimle ne ilgisi var” diyecek olursa, diyor ki; “Eninde sonunda kapitalizmin gelişme yasaları sizi de kavrayacak, pençesine alacak. Siz de bu ilişkileri yaşayacaksınız.”
Yani aslında Kapital yazıldığı 19. yüzyılda dünyanın çok büyük bir bölümü açısından bir öngörü niteliğindeydi. Bugünse üç kıtaya, beş kıtaya, her yere yayılmış durumda. O bakımdan Kapital’de ortaya konan ve ortaya konduğu tarihte daha yeni yeni gerçeklik kazanmaya başlayan eğilimler bugün çok daha derinleşmiş, şiddetlenmiş, keskinleşmiş olarak karşımızda. Yani o açıdan Kapital 19. yüzyıldan ziyade bir 20. yüzyıl sonu 21. yüzyıl başı yapıtıdır, demek yanlış olmaz. Tam tersine son derece doğru olur.
Peki, Kapital’i bir “magnum opus” yapan şey bu mudur? Hem zaman olarak hem de mekan olarak çok geniş bir ölçekte toplumların gelişim yasalarını ortaya koyması, bunu anlamada bir kılavuz olması…
Kapital’i bir magnum opus yapan özelliklerin bir tanesi kuşkusuz bu. Toplumsal bilimlerin anlamlı olması için, bize geleceğe ilişkin öngörülerde bulunmak üzere birtakım ipuçları, tutamaklar sunması gerekir. Bu Kapital’de kendisini, Marks’ın deyişiyle hareket yasaları biçiminde belli ediyor. Bütün toplumsal bilimler içinde ve bütün toplumsal düşünce tarihi içinde öngörüleri Marks’ın Kapital’i kadar doğru çıkmış başka bir yapıt yoktur. Bu, onu bir magnum opus, başyapıt yapan özelliklerden bir tanesidir.
Kapital’i, kapitalist toplumun salt ekonomik işleyiş yasalarını inceleyen bir yapıt gibi gören indirgemeci bir algı da var. Peki, Kapital’in konusu nedir? Ekonomi mi, politika mı, toplum bilim mi? Kapital bunları ayrı ayrı mı ele alır, toplamını mı ele alır? Özellikle de reel sosyalizmin çöküşünden sonra, Marksist klasiklere mesafeli duran genç kuşağın “okunmaz kitap” dediği bu kitabı tarif edersek, gerçek içeriği nedir?
Das Kapital bir muhteşem sentezi temsil eder. Bu, çeşitli anlamlarda böyledir. Kapital’in yazıldığı tarihte mevcut olmayan ama bugün akademik iktisat içinde mevcut olan bir ayrımı düşünelim; mikro iktisat, makro iktisat. Das Kapital, akademik iktisadın cebelleştiği ve bir türlü bağdaşık bir bütün haline getirmediği bu mikro-makro ayrımının aşılmasını temsil eder.
Kapital nasıl başlar? “Kapitalist üretim tarzının hakim olduğu toplumlar muazzam bir meta yığınıdır. Bu yığının öğesel biçimi, bireysel metadır.” Bugünün terminolojisiyle bir mikro başlangıç noktası. Ama bu mikro başlangıç noktasının kendi içinde taşıdığı çelişkiyi sergileyerek ve geliştirerek bütün bir sistemin tarihi gelişme yasalarını türetiyor. Yani son derece makro bir teoriyle ve son derece makro bir sonuçla yapıtını sonuçlandırıyor.
İkinci olarak, Kapital’in salt iktisat yapıtı ya da salt ekonomi politik yapıtı olmadığını demin konuştuk. Zaten altbaşlığı “ekonomi politiğin eleştirisi.” Bizim bugün iktisat dediğimiz şeye o zaman ekonomi politik deniyormuş. Yani ekonomi politiğin eleştirisi aynı zamanda iktisadın eleştirisi anlamına geliyor.
Bu iktisada ve ekonomi politiğe yönelttiği eleştirinin iki önemli boyutu var. Birincisi, burjuva iktisadında kapitalizm ya ezeli ve ebedidir. Yahut da ezeli değilse bile ebedidir. Yani, Francis Fukuyama’nın “tarihin sonu” görüşü. Yani, “bir zamanlar insanlar kapitalizme uygun olmayan ve dolayısıyla insan doğasına uygun olmayan sistemler içinde yaşamışlardır. Ama nihayet insan doğasına, insan fıtratına en uygun sistem olan kapitalizmi ortaya koymuşlardır. Bu ezeli olmasa bile ebedi toplum düzenidir.”
Bu tarih dışı yaklaşıma yöneltilen bir eleştiri söz konusu. Kapitalizm tarihi biz düzendir. Tarihin belirli bir bölümüyle sınırlı olmak anlamında “tarihi”. Eskiden kapitalizm diye bir şey yoktu. İleride de kapitalizm ortadan kalkabilir. Bu, birinci eleştiri.
İkincisi, toplumsal ilişki ve çelişkiler; iktisat, siyaset, antropoloji vs gibi birbirinden neredeyse su geçirmez duvarlarla ayrılmış kompartımanlara, metodoloji
k olarak bölünmesi mümkün olmayan bir bütün oluşturur. Burada Ernest Mandel’i bir kez daha zikredeyim. O Kapital’in nasıl bir yapıt olduğu, yani hangi alana ait olduğu sorusuna isabetli bir cevap veriyor. Diyor ki; “Kapital ve Marksizm bir makro sosyal bilim yapıtıdır.” Yani ne iktisattır tek başına ne tarihtir. Toplumun bütününü, bütün düzeylerini ele almaya çalışan bir bilimsel yaklaşımdır.

Kapital’e yönelik iyi niyetli ya da kötü niyetli eleştirilerde, Marks’ın devlet teorisine girmediği belirtilir. Hatta olgunluk dönemi yapıtlarında siyasetten giderek uzaklaştığı yönünde değerlendirmeler var. Diğer yandan kimileri de Marks’ın yapıtının içinde devlet teorisinin ipuçlarının yer aldığını savunuyor. Bu konudaki fikriniz nedir?
Şunu göz önünde tutmak gerekiyor. Demin yaptığımız makro sosyal bilim tanımına uygun olarak, aslında Marks, Kapital’i çok daha geniş bir yapıt olarak tasarlamış. Bu yapıtın planlarına ilişkin elimize ulaşan çeşitli müsveddeler var. Bir yoruma göre dört kitap, bir yoruma göre beş kitap planlamış. Bunun içinde devlet var, dış ticaret var, ücret var vs. Marks’ın yapıtının tamamlanmamış bir yapıt olduğunu göz önünde tutmakta yarar var. Ama Marks’ın Kapital’in çalışma programı içinde devlete yer vermeyi düşünmüş olduğu kesin.

Bugün biz Kapital derken, Marks’ın kendisinin yayıma hazırladığı 1. cilt ve Marks’ın ölümünden sonra Engels’in yayıma hazırladığı, ki yayıma hazırlarken yaptıkları günümüzde eleştiri ve tartışmalara konu olmuştur, ikinci ve üçüncü cildinizi kastediyoruz. Marx’ın devlet konusunu ve daha geniş anlamda siyaset konusunu Kapitalin planı içinde düşünmüş olması Kapital’in bizim elimize geçmiş olan birinci, ikinci ve üçüncü ciltleri ile devlet arasında bir köprü, bir ilişki, teorik anlamda bir türetim ilişkisi düşündüğünü bize telkin eder. Ama bunu ne şekilde yapacaktı. Bu konu da söyleyeceklerimiz kelimenin olumlu anlamında spekülasyondan ibaret kalır. Yani bu konuda tartışma ve rivayet muhteliftir. Benim söyleyeceklerim bu konuda bundan ibaret.
Bir de Gramsci’nin Bolşevik Devrim için “Kapital’e karşı devrim” demesi meselesi var. Gramsci bununla neyi kastetmiştir? Marks’ın ardından gelen Lenin gibi, Mao gibi Marksist kuramcı ve eylemcilerin katkılarını, Kapital’e katkılar olarak değerlendirmemiz mümkün müdür, eğer öyleyse köşe taşı olarak neler sayabiliriz?
Şimdi Gramsci‘nin Rus Devrimini “Kapital’e karşı devrim” olarak nitelemekle neyi murat ettiğini anlıyoruz. Bence bu güzel bir formülasyondur ama fazla ileri gitmiş, çok doğru olmayan bir formülasyondur.
Gramsci’nin kastettiği belli ki şudur: 1900′lerin başları; en gözde kuramcısının Karl Kautsky olduğu uluslararası sosyal demokrasinin, sosyalizmi hedefleyen bir devrimin ancak ileri kapitalist ülkeler de mümkün olabileceği, Rusya gibi geri kapitalist ülkelerde ya da kapitalist olmayan ülkelerde yapılması gerekenin, sosyalizmi mümkün kılacak koşulları hazırlamak üzere kapitalizmin gelişmesinin önünü tıkayan engelleri ortadan kaldırmakta sınırlı olması gerektiği görüşü savunduğu dönemdir.
Aynı Kautsky Marks’ın iktisadi yapıtlarının da yorumlayıcısı ve yayıncısı olmuştur. Örneğin yer yer Kapitalin dördüncü cildi olarak da anılan “artı değer kuramları“nı yayımlamış birisi. Şimdi buna karşı, Rusya’da bir devrim yapılması bu devrime Rusyalı Marksistlerin önderlik etmiş olması ve Rusyalı Marksistlerin de hepsinin değil ama bir kısmının, özellikle Ekim’den önce ama Şubat’tan sonra Nisan ayından itibaren -Lenin’in Nisan tezlerini hatırlayalım- Rusya’daki devrimi kesintisiz olarak, sürekli olarak sosyalizme doğru ilerletecek bir devrim olarak tasavvuf etmeleri Gramsci’ye bu sözü söyletiyor.
Aslında Gramsci’nin söylemek istediği şey şu: Rus Devrimi, ortodoks sosyal demokrasiye karşı bir devrimdir. Söylemek istediği bu. Yani “Kapital’e karşı devrim” derken bu ortodosk, resmi sosyal demokrasinin Rusya gibi geç kapitalistleşen ülkelerin siyasi gündeminde sosyalizmin olmadığı yorumunun, Kapital’den kaynaklandığını vurgulamak istemişse, ki böyle bir vurguyu algılamak kaçınılmaz oluyor, “Kapital’e karşı devrim” deyince o konu da bence yanılmıştır. Çünkü Kapital’de, bir ülke kapitalist gelişme bakımından ne kadar ileri evredeyse sosyalizme de o kadar yakındır” gibi bir görüş yoktur.
Kapital yayımlandıktan sonra kapitalizmin geçirdiği aşamalar ve sosyalist deneylerin ardından sosyalist hareketin teorisyenlerinin önünde yeni sorun alanları çıktı. Bu kuramda da birtakım gelişmeler ortaya çıktı. 21. yüzyıl sosyalistlerin önünde duran, yanıtlanması gereken yeni sorular nelerdir? Şu an için Kapital’de değinilmemiş ancak yanıt aranması gereken sorulardan en önemlilerini saysak, sizce nedir?
Kapital’de hiç değinilmemiş olmayan ama yeterince değinilmeyen, bir teorik tutarlılığa kavuşturulmamış konular var. Demin söylediklerimden çıkan sonuç şudur; Kapital’in sadece birinci cildini tamamlanmış gözüyle bakabilirsiniz. İkinci ve üçüncü ciltler müsvedde halindeydi. Engels onları kendince derledi, bazı ekler ve çıkarmalar yapıp yayınladı.
Kapitalizmin 21. yüzyılın başında ve daha uzun süre, işleyişinde finans kesiminin öne çıkması gibi bir durumu gözlüyoruz. Bu elbette Kapital’in özellikle üçüncü cildinin ikinci yarısında mevcut olan birtakım ipuçlarından da yararlanarak Marksist teorinin geliştirmesi ve kavramlaştırılması gereken çok önemli bir alan. Çok büyük ölçüde finansallaşmış bir kapitalizm içinde yaşıyoruz.
Emperyalizmin bir finans kapital egemenliği olduğunu söyleyen Lenin’in yapıtıyla da burada bir ilişki kurabiliriz. Finans kesiminin çok önemli, belirleyici neredeyse özerk bir varlık kazandığı ve kapitalizmin seyri üzerindeki belirleyiciliğinin öneminin gittikçe arttığı bir dönemde yaşıyoruz. Yani şimdiden söylenebilecek olan şudur: “Kapitalizm 2008 bunalımından çıkmış mıdır, çıkmamış mıdır, çıktıysa ne kadar çıkmıştır…” Bu konuda tartışmalar olmakla birlikte, çıkmış olsa bile yeni yeni bunalımlara girmesi kaçınılmazdır. İkincisi bu yeniden içine gireceği bunalımlar da, finans kesiminde başlayacak, finans kesimi en azından bu durumun tetikleyicisi olacak ve nedensel harekete geçiricisi olacak. Yani o bakımdan, Kapital’in teorik geleneğini sürdürenler açısından finans devasa ve büyük ölçüde bakir bir alan olarak karşımızda duruyor.
Okura birkaç tavsiye vermek istesek bu alanda tamamlayıcı eser olarak, hiç sayamaz mıyız…
Sayarız, çok var. Bir kere Paul Sweezy var. Sweezy, enteresan bir şey, benim bildiğim kadarıyla Türkiye’ye sanırım sadece bir defa geldi. O gelişinde de, kapitalizmin finansal işleyişini teorileştirdiği çok sayı da çalışması için bir girizgah niteliği taşıyan bir konuşma yaptı; “Finansın Zaferi” diye… Yani özellikle Sweezy’nin, Sweezy öldükten sonra da o çizgiyi sürdüren John Bellamy Foster… Bu gibi kuramcıları zikredebiliriz ama daha çok var.
Kapital özellikle genç okur için korkutucu eser gibi”,  ”Bu alınır, kütüphaneye konur ve okunmaz. Okumak ve anlamak çok zordur”  gibi bir algı da var. Hele de yardımcı bir çalışma eşliğinde başlamayan için bu algı gittikçe pekişen bir şey oluyor. Genç kuşağın Marksist eserlerden uzak duruşunu ve Kapital”e ilişkin zor eser algısını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu algıyı kıracak çabalar nelerdir, ne tavsiye edersiniz?
Özellikle Marksist arkadaşlar arasında, “Kapital zor bir yapıt değildir ve kolay bir yapıttır” diyenler epey fazla ama öyle düşünmeyenler de var. Ben öyle düşünmeyenlerdenim. Kapital toplumsal düşünce alanında muazzam bir devrim ama didaktik açıdan çok başarılı olduğunu söyleyemem. Ben Kapitali her alıp okuyuşumda, muhakemenin didaktik açıdan çok daha iyi bir şekilde sergilenebileceğini düşünmüşümdür. İşin ilginç tarafı Marks da böyle düşünür.
Bilime uzanan düz bir yol yoktur, düz bir kraliyet bulvarı yoktur. Kapital”i okumaya hazırlanacaklar için bilimin sarp doruklarına tırmanma”¦ Bunlar Kapital”i okumaya hazırlananlar için çok teşvik edici ifadeler değil. Bu arada şunu da söylemek gerekir. Kapital”in birinci cildi için Engels tarafından yayına hazırlanan dördüncü basımı kullanıyoruz. Ama Kapital”in Marks tarafından hazırlanan birinci basımında Marks özellikle değer bölümünü okumakta zorlanabilecek okurlar için, -Bu zorlama nereden kaynaklanıyor? Özellikle Hegel”ci bir terminoloji ve Hegel”ci düşünme kalıpları kullanmasıyla ilgilidir- “Kapital”in birinci bölümünü kolaylaştırmak üzere, bir başöğretmen edasıyla yazılmış bir ek koyuyorum” der, daha sonra eki çıkarır ve eki birinci bölümün tamamına yedirdiğini söyler. Yani Marks”ın kendisi Kapitalin anlaşılmasındaki zorlukları gidermek üzere birinci bölümün sonuna ek koymuştur.
Şimdi o bakımdan ben şöyle düşünüyorum. Kapital”i birtakım yorumlayıcı ve yardımcı yapıtların refakatinde okumakta zarar yok, yarar vardır. Türkiyeli potansiyel okurlar açısından sevindiricidir, son yıllarda bu yapıtların sayısı arttı. Söz gelimi, hepsi de “Marks”ın Kapital”i” başlığını taşıyan, Ernest Mandel”in Marks”ın Kapital”i, Ben Fine”la Alfredo Saad-Filho”nun Marks”ın Kapital”i, nihayet Otto Rühle”nin Marks”ın Kapital”i, birtakım başka yapıtlarla birlikte Kapital”i okumak isteyenlerin yararlanabilecekleri kaynaklardır. Çünkü unutmayalım ki, buna karşı öne sürülebilecek sakınca şu olabilir: “Belli bir yorum sizin Kapital algınızı çarpıtır.” Ama her okuma ne kadar çıplak olursa olsun herhangi bir yardımcı bir kaynaktan yararlanmasanız bile her türlü okuma bir yorumdur. Sizin tek başınıza yaptığınız bir okuma da ayı anda bir yorumlamadır. Çıplak okuma diye bir şey yoktur. O açıdan, aynı zamanda bir yorumlama olan kendi okumanızı başka birtakım yorumlamalarla karşılaştırmanın bir sakıncası yoktur. Özelikle Kapital gibi bence ve Marks”a göre de çetrefil olan bir metinle karşı karşıyaysak.
Mayıs 2011, Cihangir
Röportaj: Sendika.Org
Redaksiyon: Çağla Ağırgöl

Kaynak: 
http://www.sendika.org/2013/04/nail-satligani-yitirdik/

Türkiye Kentlerinde El Koyarak Birikim

Yusuf Ekici 2008 yılında  ortaya çıkan kapitalist krizin etkileri gün geçtikçe artıyor.  Krizin ortaya çıktığı dönemde, Türkiye’de yet...