25 Şubat 2013 Pazartesi

Yeni YÖK taslağı ve araştırma özgürlüğü

Dr. Ümit Akıncı*

Çok da yeni olmayan YÖK yasa taslağı ile ilgili süreç işlemeye devam ediyor. Yakın geçmişte kamusal alandaki değişimleri düşündüğümüzde, GATS (1994) ile hızlanan süreç sonrasındaki eğitim ve sağlıktaki dönüşümün benzerinin yükseköğretimde de olacağının işaretleri Türkiye’nin 2001 yılında dahil olduğu ‘Bologna Süreci’ sonrasında, YÖK Strateji Raporu (2006), TÜSİAD Yükseköğretim Raporu (2008) gibi belgelerde mevcut idi. GATS ile sağlık, sosyal ve eğitim alanındaki özelleştirmelere dair adım atmanın taahhüdünü veren egemenler, “Yükseköğretimde edinilen bilgi ve becerilerin istihdama ve rekabetçi araştırmaya ve yenilikçilik üretmeye uygun olmalarını sağlayarak Avrupa’yı ABD ve Asya ile başa baş rekabet edebilir kılmak” amacında olan Bologna sürecine dahil olmakla da yükseköğretimi bu yöndeki dönüştürme planlarının işaretlerini vermişlerdi. Şimdi bu sürecin önemli bir dönüm noktasındayız: “YÖK yasa taslağı”. “Akademik Kürsü” yazı dizisinde taslak bu güne kadar birçok yönüyle ele alındı. Bu yazıda “araştırma özgürlüğü” ve “yeni YÖK yasa taslağı” meselesini bir kez daha ele alacağız.
ARAŞTIRMACI VE KONUSU
Araştırma özgürlüğü, bilimsel özerklik gibi meseleler aslında üzerinde çokça tartışılan konulardandır. Araştırmacı her istediğini araştırabilecek midir? Araştırmacı kime hesap vermekle yükümlüdür?    Araştırmacının, araştırma faaliyetinde hareket alanının genişliğini belirleyen nedir?  Bu ve bunun gibi soruların yanıtı çok zor olmamakla birlikte başka soruların yanıtlarına bağlıdır. Daha temel olan, “Kimin için üniversite?” ya da “Ne için üniversite?” sorularının yanıtları önceki sorularının yanıtlarını da kabaca belirler niteliktedir. Örneğin toplum için üniversite yanıtı bizi doğrudan araştırmacının topluma karşı yükümlülüğünü gündeme getirirken, egemenler için üniversite ya da sermaye için üniversite bizi doğrudan doğruya araştırmacının sermayeye karşı yükümlülüğüne götürecektir. Aynı şekilde toplum için üniversite bizi toplumsal çıkarlara götürürken sermaye için üniversite bizleri sermayenin çıkarlarına götürecektir. Sermayenin çıkarları yani “daha fazla kâr elde etme yollarının” ise toplumun çıkarları ile taban tabana zıt olduğunu tekrarlamaya bile gerek yoktur. Kâr varsa insan sağlığı, hizmete erişim eşitliği,  çevre duyarlılığı, toplumun dinamiklerinin gerçek bilgisi yoktur ve kâr varsa, insan sağlığının, sadece insan için değil tüm canlılar için yaşanabilir bir çevrenin, insanca çalışma koşullarının bilgisi de olmayacaktır.
PROJECİLİK MANTIĞI
Peki araştırma özgürlüğü adına yeni yasa ile ne yapılmak isteniyor? Şu andaki durum nasıl değişecek? Elbette hiç bir yasa, yasalaştıktan sonrası ile öncesini keskin sınırlarla ayıran toplumsal değişikliklere neden olmaz. Her yasa ve toplumsal değişim uzun sınıf mücadelelerinin sonuçlarını dillendirir ve bu mücadelenin üniversite içerisindeki durumu ise ortadadır. Bu anlamda nasıl ki halihazırdaki YÖK ün baskıcı yapısı ile yeni yasa taslağındaki hali olan TYÖK ün akademik özgürlükler üzerindeki belirleyiciliği,  halihazırda işlevsizleşen rektörlük seçimleri ile taslakta ön görülen üniversite konseyi yönetim modeli, halihazırda yaygınlaşan 50-d istihdam biçimi ile taslaktaki araştırma görevlisi istihdamı birbirinden keskin sınırlarla ayrılmış değil ise aynı durum üniversitelerdeki araştırma özgürlüğü ve bilgi üretimi için de geçerlidir. Söylemeliyiz ki, halihazırda karşı durduğumuz üniversitenin yönetim modeli, finansman modeli, eğitim modeli bu yasa taslağı ile daha da geri noktalara getirilmek istenmektedir ve araştırmacının özgürlüğü daha da daraltılmaktadır.
Bu gün üniversitelerde özellikle temel bilimlerdeki araştırma faaliyetlerinin bir kısmı bizzat güvencesiz çalıştırılan, proje bazlı çalıştırılanlarca yürütülmektedir. Vakıf üniversiteleri bu duruma öncülük etmiştir ve devlet üniversiteleri de “projecilik mantığı”, lisansüstü seviyesindeki “burslu öğrencilik” gibi gittikçe yaygınlaşan uygulamalarla bu günkü durumuna gelmiştir. Halihazırda görece güvenceli çalışan kesim (öğretim üyeleri) “projecilik mantığını” fazlasıyla taşımaktadır. Devlet üniversitelerindeki öğretim üyeleri, vakıf üniversitelerindekiler gibi projeciliği bir kaynak elde etme aracı olarak görmekte, araştırma alanlarını projelendirebilecekleri konulara göre yönlendirmektedir.
İşte bu “projecilik mantığı” başta temel bilimler olmak üzere üniversitelerde yürütülen araştırma faaliyetlerinin büyük çoğunluğunu dar bir alana hapsetmiştir: Toplum için bilgi üretimi yerine kâr getiren bilgi üretimi... Elbette Bologna süreci belgelerinde sık sık dile getirildiği gibi “Bilgi ekonomisine dayalı sistemde” Avrupa’yı ABD ile rekabet edebilir hale getirmek buradaki temel motivasyondur. Yani, gelişen “bilgi ekonomisi” dahilinde bilginin tamamıyla pazarın konusu olması, bilgi üretim süreçlerinin pazarın konusu olan diğer hizmet ve malların üretim süreçleri gibi işlemesi istenmektedir. Halihazırdaki durumun bir diğer göstergesi de teknokentlerdir. Devlet üniversitelerinde de gittikçe artan teknokentler sermayenin ihtiyacı olan bilgiyi bizzat üniversite içerisinde fazlaca zahmete girmeden üretebilmesinin yolunu daha da açmıştır.
BİLGİ VE PİYASA
İşte taslakta 34. madde ile yer alan “teknoloji transfer ofisi” üniversitelerde kurulacak olan sermaye şirketi statüsünde olan ve bilgi üretim süreçlerinin geldiği bu noktayı yasalaştıran bir kavramdır. MEB’e iletilen taslağın bir öncekinde (kasım 2012) “bilgi lisanslama ofisi” adıyla anılan yapının tanımında “Yükseköğretim kurumlarında, araştırmacı, uzman, diğer personel  ve öğrencileri yapacakları bilimsel çalışmalar itibarıyla ticari değeri yüksek konulara  yönlendiren” ifadesi kullanılmıştı. Ocak 2013 taslağında da (MEB’e sunulan taslak) yapının isminin değiştiği amacının ise değişmediği ortadadır. Taslağın son halinde yer alan şu ifade ile, taslağın yasalaşması durumunda oluşacak tabloya dair fazlaca söz söylemeye gerek yok: “Öğretim elemanları, araştırmacılar ve öğrenciler ile diğer personel yaptıkları araştırmaların ve çalışmaların sonuçlarını ticarileştirmek amacıyla üniversite yönetim kurulunun iznini almak koşuluyla, şirkete ortak olabilir...”. Bu yapı ve taslağın geneline hakim olan zihniyet bilgi üretim süreçlerinin ne hale geldiğini ve geleceğini, araştırma faaliyetlerinin nasıl dönüştüğü ve dönüşeceğinin en belirgin işaretidir. Taslakta ön görülen özel üniversitelerin de hayat bulması halinde, araştırma faaliyetleri yönünden üniversiteler, pazar için üretim yapan diğer şirketlerden tamamen farksızlaşacak, devlet üniversitelerinin de özel üniversiteler ile bu alandaki rekabeti, araştırma özgürlüğünün daha da azalması, araştırma faaliyetlerinin daha da güvencesiz ve esnek çalıştırılan kişilerce yürütülmesini getirecektir.
Bilginin pazarda daha da yaygın bir biçimde dolaşır hale gelmesi, sermayenin daha da fazla boyunduruğu altına girmesi sürecidir. Taslağa dair muhalif hareketlerin yavaşça yükseldiği dönemde muhalefeti daha da güçlü örmenin tam zamanıdır. Aksi durumda, üretiminin daha da esnek çalıştırma biçimleriyle olduğu, hangi bilgiye ihtiyaç olduğunun hangisine ihtiyaç olmadığının pazardaki arz-talebe yani kâr getirip getirmediğine göre belirlendiği ve bu anlamda araştırma özgürlüğünün olmadığı, araştırmacının hareket alanının olağanüstü daraltıldığı, hatta bilim insanlarının düşünce dünyalarının ve toplumsal sorumluluklarının korkunç derecede küçüldüğü bir gelecek bizleri bekliyor olacaktır.
*Dokuz Eylül Üniversitesi

Kaynak: http://evrensel.net/news.php?id=49539


  • AKP’nin Toplumla Savaşı


    AYŞEGÜL KARS KAYNAR

    AKP fazla uzun zamandır iktidarda. O kadar ki, iktidarının eleştirisi, eleştirisinin eleştirisi; iktidarının analizi, analizinin analizi bile yapıldı ve artık AKP’i eleştirmek için söylenebilecek yeni pek bir şey kalmadı. O kadar uzun zamandır iktidarda ki, bugün AKP’nin Kürt politikasının, Alevi politikasının, Suriye politikasının, AB politikasının ne olduğundan değil, nasıl değiştiğinden söz edebiliyoruz; bir partinin değil de kendinden menkul bir devletin politikalarının tarih içinde değişiminden söz edermiş gibi. Bu durum, bir bakıma, uzun zamandır iktidarı elinde tutan siyasi bir partinin olağan tavrı olarak karşılanabilir. Toplumu değiştirmek hedefiyle mücadele eden herhangi bir siyasi partiye on sene boyunca kullanması için iktidarın araçlarını verirseniz, zaman içinde bu araçların farklı kombinasyonlarını deneyecek ve farklı ve hatta birbirine zıt siyasetler ortaya çıkaracaktır. Ancak diğer taraftan AKP, iktidarda kalabilme arzusunun ve Erdoğan’ın azgın iştahının getirdiği özgüllükleri de yansıtıyor: Tarihsel, bitmeyen ve bu sebeple AKP’yi hep iktidarda tutacak bir rövanşizm. “Kemalist” Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı başlatılan bu rövanştan payını ilk alan asker ve yargı oldu. Ancak ardından “Kemalist” olmadığı aşikâr Kürtler ve sosyalistler geldi. Anlaşılıyor ki AKP,  öç alacağı yeni yeni kesimler yaratarak, üzerinden siyaset yapacağı ve rövanşist iktidarını sürdüreceği yeni yeni alanlar açıyor, yeni yeni düşmanlar yaratıyor kendisine. Bu bir saldırıdır. Bu, AKP devletinin, AKP Cumhuriyeti’nin topluma yönelttiği bir saldırıdır.  


    Çağdaş Hukukçular Derneği’ne bağlı avukatlar yalnız değiller. Toplumun yetiştirdiği doktorların, sanatçıların, gazetecilerin, öğretmenlerin, akademisyenlerin ve de avukatların hepsinin itibarsızlaştırıldığı, saygınlıklarının yok edildiği bir saldırı içindeyiz. Toplumun “okumuş”, “meslek sahibi” olmuş, talepkar kesimleri karalanıyor. AKP bu mesleklerin cübbe ve önlüklerini, polis üniforması karşısında hiçleştiriyor. Daha acısı, yaşadıklarımızı hala hukuk devleti içerisinde yaşıyoruz. Yaşadıklarımızı yasaların işlememesi nedeniyle değil, yasaların etkin ve hızlı işletilmesi sayesinde yaşıyoruz. Yaşadıklarımızı, hâkimlerin ve hukukçuların gözetimi altında yaşıyoruz. Bu süreçte, hiyerarşik konumu devlet iktidarının üzerinde olması ve devlet iktidarını bağlaması gereken hukuk henüz yok edilmiş; devlet henüz keyfi bir rejime terkedilmiş değil. Daha ziyade karşı karşıya olduğumuz şey, hukuk devleti içerisinde yasaların herkes için aynı yorumlanmaması ve herkes için aynı uygulanmaması; hukukun, siyasi iradenin belirlediği kişiler için askıya alınması durumudur. Böylece AKP siyasi nedenlerle kimi grupları hedef seçerek hukuk yolu ile mücadele edebiliyor; toplumsal muhalefeti hâkim, savcı ve polis gücüyle kriminalize edebiliyor.  

    AKP, kimi meslek gruplarına karşı devlet şiddetini kullanmakla kalmıyor; aynı zamanda toplumu bu gruplara karşı kışkırtıyor da: “Onlar gerçek gazeteci değil zaten”, “bu sanatçılar da hem televizyondan hem tiyatrodan para alıyor”, “doktorlar az çalışıp çok kazanıyor”, “ne biçim öğrenci yetiştiriyor bu akademisyenler”, “atanmayan öğretmen! al o oyunu kendine sakla”, “bunlar avukat değil, ajan”. AKP eğitim gerektiren meslek sahiplerini toplumun geri kalanına, değerleri halka yabancı ve yoz “elit kesim” gibi gösteriyor; bir nevi yeni Kemalistler yaratmaya çalışıyor. Onlar halktan değildir; onlar halk değildir. İşte bu nedenle burnu büyük, konakta büyümüş, halkı küçük gören doktorlara, halk fakirken kendisi zengin sanatçılara, yurt dışında yetişmiş akademisyenlere oh oluyor. AKP bu grupları halktan ayırırken, kendisini onlarla halk adına mücadele eden, halkın gerçek temsilcisi olarak tekrar tekrar sunuyor; eskimiş iktidarına ve söylemlerine bir hareket, bir canlılık kazandırıyor. Böylece her yeni saldırı, AKP’ye halkın temsilcisi olduğunu yeniden hatırlatacağı, iktidarını yeniden kuracağı bir fırsat veriyor. Hâlbuki 2010 Türkiye’sinde bu mesleklerin hepsi de emekçidir; hepsi de halkın kendisidir. Cumhuriyet’in erken dönemlerinde nasıl olduğu sorusu bir yana, bugün bu meslekler orta gelirli ailelerin çocuklarına iş imkânı sunar. Ama AKP, iktidarını devam ettirebilmek için toplumu kendisine kırdırmayı göze alacak kadar vahşileşmiş durumda.


    AKP’nin topluma karşı giriştiği bu saldırı, yasaların normatif gücüne sahip, karşısındakini “suçlu” addeden bir saldırıdır. Tıpkı kaba zor unsurlarına dayanan saldırılar gibi, bu saldırı da bireyleri kitleler, yığınlar halinde öldürmektedir. İlkinde insanların bedenleri; akılları, itibarları, düşünceleri ve onurlarıyla aynı anda ölür gider; ikincisinde ise yavaş yavaş, daha sonra. Bir toplum, bugün, işte böyle öldürülüyor. Türkiye 19.yy’ın başlarından günümüze “eğitimde”, “modernleşmede”, “demokraside”, “insan haklarında” kazanımlar elde ettiyse, işte o kazanımların vücuda geldiği o insanlar, o zihinler öldürülüyor mahkûm edilerek. Geriye ise artık bir toplum değil, bir insan sürüsü kalıyor; insan olma vasfı, dört milyon yıl önce omurgasını dikleştirerek iki ayağı üzerine kalkmasından ibaret bir sürü.  



    22 Şubat 2013 Cuma


    UCU OLMAYAN ŞEHİR Mİ?
                                                           
                                                                                                                                              

       15.01.2013

    “Nasıl bir kent istediğimiz sorusu, nasıl insanlar olmak istediğimiz, nasıl ilişkiler aradığımız, doğayla nasıl bir ilişkiye değer verdiğimiz, nasıl bir hayat tarzı arzuladığımız, ne tür estetik değerlere sahip olduğumuz sorularından ayrı tutulamaz” David Harvey







    Kapitalizm-Kentsel Dönüşüm-Kriz

    Türkiye'de özellikle 2000'li yılların başından itibaren kentlerin ana gündemini “kentsel dönüşüm” oluşturmaya başladı. Yerel seçimlere doğru siyasal partilerin büyük bir çoğunluğu bu kavramı ana slogan haline getirerek kendi meşruiyetini sağlamaya çalıştı. Bu kapsamda 2000'li yılların başından itibaren birçok yasal düzenleme oluşturuldu. Yapılan yasal düzenlemelerden en kapsamlısı ise yakın bir zaman önce çıkan Afet Riski Altındaki Alanların Dönüşümü Hakkında Kanunudur. Bu kapsamda “kentsel dönüşüm” kavramı her ne kadar iyi şeyler çağrıştırsa da mevcut pratiklerine baktığımızda kavramın sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde biçim aldığını belirtmek gerekmektedir. Kısacası yaşam alanlarımız sermayenin taaruzuna maruz kalmış durumda.

    Sermayenin kentsel mekan üzerinde önemli bir müdahale aracına dönüşen “Kentsel Dönüşüm” mevzusunu sağlıklı bir şekilde değerlendirmek için kapitalizmin temel mantığını anlamak gerekmektedir. Kentleşme sürecinin kendisini tarihsel-sınıfsal bir süreç içerisinde değerlendirdiğimizde kapitalizmin kentsel mekan ile son derece organik ilişkilerinin olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Kapitalist sistemin içine düştüğü krizlerden kurtulmasında ki “başarılarından" biri mekanı keşfetmesidir. Kentsel mekan kapitalizmin laboratuvarı olmaktadır. Krizlerden çıkma uğruna “akıl dışı” olan mevcut toplumsal bütün süreçleri ya ortadan kaldırıyor ya da yeni dönemin ihtiyaçlarına uyumlu hale getiriyor. Böyle bir çerçeveden değerlendirdiğimizde kentsel dönüşüm sürecinin dışardan görüldüğü gibi “çöküntü” alanlarının temizlenerek yeniden topluma kazandırmak olmadığı, sermaye birikiminin dinamikleriyle açıklanabileceği gerçeği ortaya çıkıyor.

    1980 sonrası devreye giren neoliberal iktisat politikaları aracılığıyla sermaye gözünü yeniden kent toprağına dikmiştir. Uygulanan politikalar nedeniyle özellikle metropol kentlerde birçok sanayi alanı ve emekçi mahallesi sahip olduğu ranttan kaynaklı “kentsel dönüşüm” aracılığıyla müdahaleye uğramıştır. Yeni dönemde rantı yüksek her alan bu süreçten nasibini alacaktır. Bu sürecin kazanan ve kaybedenenini kuşkusuz mücadele gösterecek.

    Ekümenopolis'te Anlatılan Senin Hikayendir!

    Yaklaşık iki yıl kadar önce Türkiye'de yaşanan kentleşme sürecini konu alan oldukça başarılı bir belgesel gösterime girdi. Belgeselin adı Ekümenopolis. Dünyada ve Türkiye'de birçok film festivalinde, üniversitede, mahallede şehircilik kongreleri gibi kentleşme üzerine birçok sempozyumda gösterilen belgeselin yönetmenliğini İmre Azem, yapımcılığını ise Gaye Günay üstleniyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan günümüze kadar yaşadığı sınıfsal dönüşümler dikkate alınarak bu sürecin İstanbul kenti özelinde özelinde yaşanan pratiğin nedenleri ve sonuçları masaya yatırılıyor.

    “Kentsel dönüşüm” kelimesinin kapitalist sistemin efendileri tarafından yaldızlı bir çerçeve içinde sunmakta ısrar ediyor. Sulukule, Fener-Balat, Ayazma, Tokludede, Dikmen Vadisi vb. birçok mahallede emekçiler daha insanca bir yaşam alanı için mücadele veriyor. Ekümenopolis'te mücadelenin önemi neredeyse her karede anlatılmış. Mücadele edilmediği takdirde böylesine hızlı büyüyen bir kentin(kentlerin) birgün hepimizi yutacağı uyarısı bulunuyor.

    Ekümenopolis'te göçe mecbur bırakılan insanlar, alt yapı hizmetinden mahrum bırakılmış mahalleler, kültürel birlikteliği yok edilmeye çalışılanlar, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmasıyla finansal merkez olma yolunda atılan adımlar, kara ve karanlık bir emlak borsası, yok edilen ormanlar, siyasi kararlarla yaratılan yeni yerleşim alanları, üçüncü köprü ve Marmaray projelerinin ardında yatan dinamikler, TOKİ’nin avcuna bırakılan insan hayatları, AVM’ler, gökdelenler, yeni otoyallar, köprüler, gittikçe şişmanlayan her devrin adamları, küresel kent aldatmacası, çıkarılan yasa ve yönetmelikler... Süreç böyle devam ettiğinde uzmanlar tarfından çok kısa bir zaman içinde nüfusun görülmedik şekilde artmasına, yolların başa çıkamayacağı araç sayısına, gökdelenlerden kaynaklı nefes alamayacak duruma geleceğimizi, ekolojik yapının altüst olacağını kısacası açlık, yoksulluk, işşizlik ve sefaletten başka bir şey getirmediği anlatılıyor. Anlatılan senin hikayendir!

    Sonuç Yerine

    Yukarıdaki yazgıyı değiştirmek işçi sınıfının elinde. Yeter ki ortak aklı ve bilinci oluşturabilelim. Kentsel hareketlilikleri sınıf mücadelesinin asli bir parçası olduğunu düşünmeye başladığımız anda yeni güne daha güçlü ve tok bir şekilde başlayabiliriz. Örnek vermek gerekirse bugünlerde İstanbul'da Teknopark İnşaat İşçileri ücretlerini almak için günlerdir hem patronun hem de devletin kolluk gücünün baskısına uğruyorlar. Mekan üzerinde yapılan dönüşümler emekçi mahalleleri olduğuna göre ilişkiyi buradan kurarak mücadelenin büyümesine katkı koyabiliriz. Çalışma hayatında yaşadıkları sömürü yetmiyormuş gibi bir de kendi yaşam alanlarından zorla koparılıp atılıyorlar. Bu işçilerin çalışma alanında yaşadıkları sömürüyü kendi yaşam alanlarıyla birleştirebilirsek insanca yaşayabileceğimiz kentleri yaratabiliriz diye düşünüyorum. Kent hakkımızı sınıf mücadelesinden başka bir şekilde kazanma şansımız var mı?

    David Harvey, kentleşme süreçlerinin sınıfsal okumasını yaparak kentsel hareketlilikler ile sınıf mücadelesi arasındaki organik ilişkiyi anlatan çok sayıda çalışma yapmıştır. Bu kapsamda Ekümenopolis belgeselinde yer yer değinilen “kent hakkı”nın mücadelenin temel bir taşı olduğu gerçeği ortaya çıkıyor David Harvey kent hakkı için şöyle bir tanımlama yapmaktadır:“Kent hakkını talep etmek, kentleşme süreçleri ve kentlerimizin yaratılma ve yeniden yaratılma biçimleri üzerinde bir tür şekillendirici güç sahibi olmayı radikal bir şekilde talep etmektir”.

    Anlatılan bizim hikayemiz olduğuna göre bu kent bizi yutmadan harekete geçelim.

    2 Şubat 2013 Cumartesi

    Harvey’in diyalektikle dansı | Pelin Temur




    Harvey’in diyalektikle dansı | Pelin Temur

    “Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini kuşkusuz alamaz; maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir; ama teori de, yığınları sarar sarmaz maddi bir güç durumuna gelir.”1
    David HarveySel Yayınları‘nın Düşünsel Serisi‘nden çıkan Sermayenin Mekanları kitabında 1970′lerden 2000′lere kadar yazdığı 17 makaleyle entelektüel bir ateş2 yakıyor. Makalelerin ilgi çekiciliği ve kapsayıcılığı bir yana, Harvey’in, diyalektiği işletişini, aktif bir entelektüelin politik pratiklerinde ve akademik hayatında yaşadığı sıkıntıları samimiyetle düşünsel malzemeye çevirişini ve orada, gözünüzün önünde yeni’yi arayışını izlemek, kavramların birbirlerine sürtülüşünden çıkan kıvılcımları görmek için de okunmalı bu kitap. On dakika olsun televizyon izleyen birinin fark edeceği gibi, bugünün ana meselelerinden biri, hem küresel hem de yerel boyutta, mekanın yeniden paylaşımı. Artı üretimin emilimi için en az savaş kadar işgörür olan kentsel dönüşüm hamlelerini anlamak için “kent” denilen gayya kuyusuna ayrıntıları görebilecek kadar yakından ve bağlantıları görebilecek kadar uzaktan bakmak gerekiyor.3
    Diyalektiğin Dansı kitabının başlarında Ollman, Marks’ın, Roma mitolojisinden aktardığı bir öykü anlatır. Yarı insan, yarı canavar olan ve bir mağarada yaşayan Cacus geceleri öküz çalmak için dışarı çıkar. Öküzleri çaldığını kimse anlamasın diye de başlarından itip geriye doğru yürüterek mağarasına götürür. Sabah öküzlerini yerlerinde bulamayan köylüler, ayak izlerine bakarak öküzlerin Cacus’un mağarasına girmediğini, tam tersine oradan çıktığını ve kırda kaybolduğunu düşünürler. “Buradaki temel sorun gerçekliğin aslında kendi görüntüsünden daha fazla bir şey olması ve bu bakımdan da sadece ve sadece görüntülere, gözümüze çarpan anlık ve dolaysız verilere odaklanılmasının son derece yanıltıcı sonuçlar vermesidir.”4
    Sermayenin sınırları anlaşılmadan kent anlaşılabilir mi? Artı üretimin emilimi sorunu, yedek işçi ordusu ihtiyacı, nüfus-kaynak ilişkisi kavranmadan kentsel dönüşüm kavranabilir mi? Elbette her şeyi birden bilmek mümkün değil, peki ama “tek bir şeyi” bilmek mümkün mü?
    Tüm ideolojik aygıtlar seferber edilerek alıştırıldığımız düşünme yöntemi kategorik, tarih dışı ve diyalektikten uzak. Ama “bir kısım aydın” (aslında günlük hayatımızı sürdürürken kullandığımız ortak duyu da diyalektik unsurlardan bütünüyle yoksun değildir5) başka tür bir bilme biçiminin peşinde. “(…) her biri diğeriyle karşılıklı ilişki içerisindeki süreçlerden oluşan bir dünyada, şeyler arasındaki karşılıklı bağlantılar, özlerinde, kendilerini önceleyen koşullarla, gelecekte ortaya çıkabilecek olasılık ve olanaklarla; aynı zamanda verili anda kendilerini etkileyebilecek ve kendilerinin de etkileyebileceği faktörlerle bağlarını taşırlar.” 6
    Harvey’in Malthus, Ricardo ve Marks’ın nüfus-kaynak teorilerini değerlendirdiği makalesi dünya ile düşünce arasındaki bu “gönüllü” kopukluğu da anlatıyor. “Gönüllü” demek lazım çünkü bir çözümlemeyi baştan sona kuracak sistemli düşünme yeteneğine sahip insanların belli noktalarda bir adımı atamadıklarını görmek “ilginç”7. Mesela Malthus, alt sınıfların sefaletini “insan düzenlemesinden tamamen bağımsız bir doğa kanunu”na bağlayıp çıkıveriyor işin içinden. “Doğa” vurgusu önemli. “Doğa” dediğinizde “nesnel” bir laf etmiş oluyorsunuz ve sihirli bir dokunuşla etik alanın dışına çıkıveriyorsunuz. Burada değerlerden değil, olgulardan söz ediyoruz bayan!
    Her ülke ve her disiplin için tanıdık bir eşik bu. Aydınlanma’nın tutkulu idealist aydınlarının faustvari kıvranışlarına burjuva devrimi tavsayınca bulunan çare: “Olgu”larla “değer”lerin ayrılması. Olgu, bilimsel araştırmanın konusudur; değerse kişisel görüş. Böylece etikle bilimin bağı kolayca koparılmış oluyor. Aydınlamanın tutkulu ve kapsayıcı aydınından postmodernizmin parçalı aydınına “titiz bir metodolojik hüner”le atılan bir adım. Postmodern ayrımlardan bir ayrım: öznel olanla nesnel olan. Buradan varılan nokta ise bilimin tarafsızlığı… İşte bu geniş “tarafsız” alanda Malthus, hiçbir vicdani rahatsızlık duymadan, alt sınıfların sefaletinin “toplam insan refahı” için gerekli olduğunu açıklıyor. Bilimin sefaleti! Ama öyle ya, bilim insanımız burada “nesnel” ve “bilimsel” olgulardan söz ediyor; kişisel değerlerinden değil. İlke olarak, bilim insanı çalışma masasındayken kendi kişisel değerlerini söz konusu edemez. Ben de, ilke olarak, çalışma masasındayken küfretmiyorum! Harvey’se zaten kibar bir adam… Diyor ki, nüfus ile kaynaklar arasındaki ilişkiyi kavrayabilmek için en uygun yöntem diyalektik materyalizmdir ve Malthus’un amprisizmini “ideolojik” bulmayıp diyalektik materyalizmi “ideolojik” bulan akademisyenler “insan türünün devamı kadar hayati bir meselede aymazlığa mahal vermektedir.”
    Ollman’ın da altını çizdiği gibi, Marks’ın kapitalizm analizini reddedenler onun fikirlerine katılıp katılmadıklarını beyan etmekle yetinmiyorlar. Onlar doğrudan kapitalizmin varlığını yok sayıyorlar. “Kapitalizme tabi olanlar ortada bütüncül bir sistemin, yani kapitalizmin varolduğunun farkında bile değillerse o zaman yapılması gereken şey, kapitalizmin nasıl işlediğini açıklama çabasını kapitalizmi teşhir etme, en basit anlamıyla onun varolduğunu gösterme ve onun ne tür bir kendilik olduğunu gözler önüne serme çabasıyla birleştirmektir. (…) bir şeyi ifşa etmeksizin açıklamaya çalışmanın nafile bir çaba olacağını söyleyebiliriz.”8 Harvey tam olarak bu açıklama ve ifşa işini yapıyor. Marksist teoride nispeten boş bırakılan “coğrafya”9 ve özel olarak da “kent” alanında Marksist teoriye kattıkları tartışılmaz.
    Harvey’e göre ne coğrafya ne de kent bir tek disiplinin verileriyle anlaşılabilecek kavramlar. Her ikisinde de parçalamanın büyüklüğü nispetinde bir karşılaştırma ve sentez ihtiyacı kaçınılmaz bir diyalektik hareket yaratıyor. Mesela “1930′ların buhranlı yıllarında Michigan’ın Flint şehrinde akrabalık ilişkileri” türünden makaleler kent sosyologlarının ekmek yediği yegane kapı olsa da, buradaki bilgi yığılması, genişliği nispetinde, kenti anlamak için veriye değil, anlamanın önündeki engellere dönüşüyor.10 Harvey’in makaleleriyse dünyayı sadece bir coğrafyacı olarak anlamaya çalışan, kendini disiplinin kategorilerine kapatan, mekanı ve zamanı nesne ve olayların yerini belirlemek için mutlak bir çerçeve olarak alan bir coğrafyacının elinden çıkmamış. Ollman’ın uzun uzun anlattığı içsel ilişkiler felsefesini çok iyi işleten, diyalektiği olayları anlamak için ustalıkla kullanan bir düşünürün yazıları bunlar. (Bu yüzden bu yazıda ikisini kısa bir dansa kaldırdım.)“Öncelikle, kendimi kentselleşmenin kapitalist biçimlerini anlama çabasıyla sınırladığımı belirtmeliyim. (…) ‘Kentsel’in ne olduğuna getirdiğim yorumu kapitalizm çerçevesinde ikiz temalar olan birikim ve sınıf mücadelesinin üzerine dayıyorum. Bu iki tema birbirinin bütünleyicisi gibidir ve aynı madalyonun iki yüzü gibi kabul edilmelidir; kapitalist faaliyetin bütünlüğünü seyredebileceğimiz iki farklı pencereye benzerler.” diyor Harvey.
    Ollman, diyalektiği benimsememiş düşünürlerin ağaçlara bakarken ormanı gözden kaçırdığını, ancak diyalektiği benimseyenlerin de genelde ormana bakarken ağacı göremediğini, bütün hakkında genellemelere ulaşmak uğruna parçaları önemsemediklerini söyler.11 Harvey tam burada “militan tikelcilik” diye bir kavram geliştiriyor. Harvey bu kavramı, maalesef romanlarını Türkçede henüz okuyamadığımız, Raymond Williams’tan almış ve onun romanları üzerinden açıklıyor.12 “Süreçleri anlamayı şeyleri anlamaktan daha önemli tutan diyalektik bir okumayı tercih eden” bir yazar diye tarif ettiği Williams, militan tikelcilik kavramını şöyle açıklıyor: “Bir yerdeki dayanışmanın olumlayıcı deneyiminden şekillenen idealler, tüm insanlığa faydalı olacak yeni bir toplum biçiminin işleyen bir modeli olarak genelleşir ve evrenselleşir.” Ancak sorun şuradadır, yerel direnişlerde “bizim insanımız”, “bizim toplumumuz” ismini alan grup daha geniş bir siyasi dile geçtiğinde “direnen işçi sınıfı”, “proletarya”, “kitleler” adını alır. “Tikellikten evrenselliğe doğru hareket somuttan soyuta bir ‘tercüme’ içerir.” Bir kavramsal dünyadan başka bir kavramsal dünyaya ve bir soyutlama düzeyinden diğerine geçiş, militan tikelciliğin dayandığı ortak amacı tehdit edebilir. İnsanların dünya ile ilişkilerini anlamak için başvurdukları farklı soyutlama türleri ve seviyeleri arasındaki bu gerilimi, Williams romanlarında, tam bu amaçla oraya konmuş pasajlardan takip ediyor Harvey. Ve Brecht’in notunu düşüyor: “Brechtçi strateji bu gerilimlerin hiçbir zaman çözülemeyecek olduğunu öne sürdüğü gibi, asla çözülmelerini beklemememiz gerektiğini de söyler. Onları sürekli açık bırakarak, ilerlemeci toplumsal değişimi elde etmede gerekli olan yaratıcı düşünce ve pratikler için temel kaynağı da açık tutmuş oluruz.”
    Tanıklıklar başkaldıran ve dönüştürücü siyasetin sürekli yerel seferber edilmelerle iç içe geçtiğini gösteriyor. Ancak bir yanıyla da “şeylerin varolan düzenini korumak için, görünürde değişmez tutucu bir güç olarak iş görür” militan tikelcilik; eğilimi dışlayıcı ve otoriter pratiklere doğrudurEşitsizlikleri ortadan kaldırmayı talep etmek yerine onları artırır.
    Yerel hareketleri anlayabilmemizin yolu, oldukça farklı mekansal ölçeklerde akışkan ve karmaşık etkileşimi kavrayabilmemizden geçiyor. Aksi halde sonuç ya yerel hareketlerin fetişleştirilmesi ya da daha geniş ölçeklerde işleyen güçler karşısında önemsizleştirilip yok sayılmaları olur.
    Bir fabrika direnişine destek olmak için yürütülen araştırma projesinde çalışırken tam bu nedenlerle yaşadığı sıkıntıları etkileyici bir entelektüel samimiyetle paylaşmış ve çözümü orada, bizimle birlikte aramış Harvey. Tekel çadırlarını bir kez olsun koklamış, Dikmen Vadisi Barınma Bürosu’nda bir bardak çay içmiş herkes için eşsiz bir deneyim paylaşımı ve birlikte aramaya samimi bir davet. “(…) sosyalist siyasetin daha farklı bir versiyonuna zemin oluşturacak militan tikelciliklerin eski ve yeni formlarının yeni bileşimlerini aramalıyız.”
    En az militan tikelcilik kadar ilgi çekici ve -tabiri bağışlayın- iştah açıcı başka şeyler de var kitapta. Mesela “mekanın zaman tarafından yok edilmesi”tespiti (şurada kağıt üzerinde bile ateş çıkarıyor), kültürün metalaşmasını ele aldığı son makalesi, kendisini bir konferansa çağırırken ne sosyolog ne coğrafyası diyemeyip “meydan okuyan Marksçı” demiş olmalarına itirazları, “disipliner emperyalizm” kavramı, coğrafya disiplinin tarihsel seyrini çözümlediği makalesi, “Postmodernizm radikal politikaya yeni bir kapı açar, ama bu kapıdan geçmeyi genelde reddetmiştir.” dediği konsantre“Kapitalizm: Parçalanma İmalathanesi” makalesi, coğrafya için hazırladığı beş maddelik tarihsel materyalist manifesto, McCharty döneminde komünistlikle “suçlanan” coğrafyacı Owen Lattimore’un hikayesi… Okuyun, derim, okuyun; Cacus’un ayak izlerini açık seçik görebilmek için.
    Dipnotlar:
    1 Karl Marks, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev. Kenan Somer (Ankara: Sol Yayınları, 1997), s. 201.
    2 “Ne olduğunu en iyi Marks’ın farklı kavramsal parçaları birbirine sürterek nasıl entelektüel bir ateş yakabileceğimizi anlatırken kullandığı bir ifadeyle açıklayabilirim. Teorik yenilikler genellikle farklı güç silsileleri arasındaki ihtilaf sonucunda ortaya çıkar. Bu türden sürtüşmede kişi çıkış noktasını asla hepten kenara bırakmamalıdır; fikirler ancak sahip oldukları özgün ögeler yeni fikirlerde tamamen özümsendiği sürece ateş alabilir.” s. 24
    3 Son krizde konut sektörü ve onun şişirdiği finas sektörünün rolünü belgesel-kurgu bir dille izlemek isterseniz İnside Job filmini tavsiye ediyorum. Harvey, İMC TV’ye verdiği röportajda bu konuda Türkiye’yi de uyarıyor. (Röportajı aşağıda bulabilirsiniz.)
    4 Bertell Ollman, Diyalektiğin Dansı, çev. Cenk Saraçoğlu ( İstanbul: Yordam Kitap, 2006), s. 30.
    5 Bertell Ollman, aynı, s. 43.
    6 Bertell Ollman, aynı, s.19.
    7 “İçinde yaşadığımız dünyayı nasıl kavradığımızı belirleyen üç şey vardır: Dünyanın nasıl bir yer olduğu, bizim kim olduğumuz ve dünyayı nasıl incelediğimiz.” Bertell Ollman, aynı, s. 29.
    8 Bertell Ollman, aynı, s.18.
    9 Kitabın hemen başında 2000′de New Left Review’e verdiği röportajın ilk sorusu da bu zaten: “Savaştan bu yana Marksist araştırmanın alanı genellikle tarih olageldi. Sizin seçtiğiniz yol daha özgün. Nasıl coğrafyacı oldunuz?” s.17
    10 Bu bana Orhan Pamuk’un Sessiz Ev’indeki tarihçi Faruk’u hatırlatıyor. Arşive kapanıp eski zamanların mahkeme kayıtlarını olduğu haliyle defterine geçiren ve o dönemin hayatına dair bütüncül bir bilgi edinmeye çalışan bir tarihçi. Okuduğumda düşünmüştüm, bilgi öylece orada durup onu almanızı bekleyen bir şey değildir. Onu söküp çıkarmanız gerekir. Verileri zihinsel bir sürece sokmanız, neyle neyi ilişkilendireceğinize karar vermeniz gerekir.
    11 Bertell Ollman, aynı,s. 41
    12 Neden roman? denebilir tabii. Hele edebiyat dışı üretimi oldukça kabarık olan Williams gibi bir yazar söz konusuyken. Şöyle açıklıyor Harvey: “Kültür ve siyasal ekonomi çalışmalarında meyilli olduğumuz fikirsel kapanma ya da sonuca bağlama, roman formatında, çok daha kolayca, sürekli olarak düşünmeye ve tartışmaya açık kalabiliyor.” s. 24

    Türkiye Kentlerinde El Koyarak Birikim

    Yusuf Ekici 2008 yılında  ortaya çıkan kapitalist krizin etkileri gün geçtikçe artıyor.  Krizin ortaya çıktığı dönemde, Türkiye’de yet...