Dr. Ümit Akıncı*
Çok da yeni olmayan YÖK yasa taslağı ile ilgili süreç işlemeye devam ediyor. Yakın geçmişte kamusal alandaki değişimleri düşündüğümüzde, GATS (1994) ile hızlanan süreç sonrasındaki eğitim ve sağlıktaki dönüşümün benzerinin yükseköğretimde de olacağının işaretleri Türkiye’nin 2001 yılında dahil olduğu ‘Bologna Süreci’ sonrasında, YÖK Strateji Raporu (2006), TÜSİAD Yükseköğretim Raporu (2008) gibi belgelerde mevcut idi. GATS ile sağlık, sosyal ve eğitim alanındaki özelleştirmelere dair adım atmanın taahhüdünü veren egemenler, “Yükseköğretimde edinilen bilgi ve becerilerin istihdama ve rekabetçi araştırmaya ve yenilikçilik üretmeye uygun olmalarını sağlayarak Avrupa’yı ABD ve Asya ile başa baş rekabet edebilir kılmak” amacında olan Bologna sürecine dahil olmakla da yükseköğretimi bu yöndeki dönüştürme planlarının işaretlerini vermişlerdi. Şimdi bu sürecin önemli bir dönüm noktasındayız: “YÖK yasa taslağı”. “Akademik Kürsü” yazı dizisinde taslak bu güne kadar birçok yönüyle ele alındı. Bu yazıda “araştırma özgürlüğü” ve “yeni YÖK yasa taslağı” meselesini bir kez daha ele alacağız.
Çok da yeni olmayan YÖK yasa taslağı ile ilgili süreç işlemeye devam ediyor. Yakın geçmişte kamusal alandaki değişimleri düşündüğümüzde, GATS (1994) ile hızlanan süreç sonrasındaki eğitim ve sağlıktaki dönüşümün benzerinin yükseköğretimde de olacağının işaretleri Türkiye’nin 2001 yılında dahil olduğu ‘Bologna Süreci’ sonrasında, YÖK Strateji Raporu (2006), TÜSİAD Yükseköğretim Raporu (2008) gibi belgelerde mevcut idi. GATS ile sağlık, sosyal ve eğitim alanındaki özelleştirmelere dair adım atmanın taahhüdünü veren egemenler, “Yükseköğretimde edinilen bilgi ve becerilerin istihdama ve rekabetçi araştırmaya ve yenilikçilik üretmeye uygun olmalarını sağlayarak Avrupa’yı ABD ve Asya ile başa baş rekabet edebilir kılmak” amacında olan Bologna sürecine dahil olmakla da yükseköğretimi bu yöndeki dönüştürme planlarının işaretlerini vermişlerdi. Şimdi bu sürecin önemli bir dönüm noktasındayız: “YÖK yasa taslağı”. “Akademik Kürsü” yazı dizisinde taslak bu güne kadar birçok yönüyle ele alındı. Bu yazıda “araştırma özgürlüğü” ve “yeni YÖK yasa taslağı” meselesini bir kez daha ele alacağız.
ARAŞTIRMACI VE KONUSU
Araştırma özgürlüğü, bilimsel özerklik gibi meseleler aslında üzerinde çokça tartışılan konulardandır. Araştırmacı her istediğini araştırabilecek midir? Araştırmacı kime hesap vermekle yükümlüdür? Araştırmacının, araştırma faaliyetinde hareket alanının genişliğini belirleyen nedir? Bu ve bunun gibi soruların yanıtı çok zor olmamakla birlikte başka soruların yanıtlarına bağlıdır. Daha temel olan, “Kimin için üniversite?” ya da “Ne için üniversite?” sorularının yanıtları önceki sorularının yanıtlarını da kabaca belirler niteliktedir. Örneğin toplum için üniversite yanıtı bizi doğrudan araştırmacının topluma karşı yükümlülüğünü gündeme getirirken, egemenler için üniversite ya da sermaye için üniversite bizi doğrudan doğruya araştırmacının sermayeye karşı yükümlülüğüne götürecektir. Aynı şekilde toplum için üniversite bizi toplumsal çıkarlara götürürken sermaye için üniversite bizleri sermayenin çıkarlarına götürecektir. Sermayenin çıkarları yani “daha fazla kâr elde etme yollarının” ise toplumun çıkarları ile taban tabana zıt olduğunu tekrarlamaya bile gerek yoktur. Kâr varsa insan sağlığı, hizmete erişim eşitliği, çevre duyarlılığı, toplumun dinamiklerinin gerçek bilgisi yoktur ve kâr varsa, insan sağlığının, sadece insan için değil tüm canlılar için yaşanabilir bir çevrenin, insanca çalışma koşullarının bilgisi de olmayacaktır.
PROJECİLİK MANTIĞI
Peki araştırma özgürlüğü adına yeni yasa ile ne yapılmak isteniyor? Şu andaki durum nasıl değişecek? Elbette hiç bir yasa, yasalaştıktan sonrası ile öncesini keskin sınırlarla ayıran toplumsal değişikliklere neden olmaz. Her yasa ve toplumsal değişim uzun sınıf mücadelelerinin sonuçlarını dillendirir ve bu mücadelenin üniversite içerisindeki durumu ise ortadadır. Bu anlamda nasıl ki halihazırdaki YÖK ün baskıcı yapısı ile yeni yasa taslağındaki hali olan TYÖK ün akademik özgürlükler üzerindeki belirleyiciliği, halihazırda işlevsizleşen rektörlük seçimleri ile taslakta ön görülen üniversite konseyi yönetim modeli, halihazırda yaygınlaşan 50-d istihdam biçimi ile taslaktaki araştırma görevlisi istihdamı birbirinden keskin sınırlarla ayrılmış değil ise aynı durum üniversitelerdeki araştırma özgürlüğü ve bilgi üretimi için de geçerlidir. Söylemeliyiz ki, halihazırda karşı durduğumuz üniversitenin yönetim modeli, finansman modeli, eğitim modeli bu yasa taslağı ile daha da geri noktalara getirilmek istenmektedir ve araştırmacının özgürlüğü daha da daraltılmaktadır.
Bu gün üniversitelerde özellikle temel bilimlerdeki araştırma faaliyetlerinin bir kısmı bizzat güvencesiz çalıştırılan, proje bazlı çalıştırılanlarca yürütülmektedir. Vakıf üniversiteleri bu duruma öncülük etmiştir ve devlet üniversiteleri de “projecilik mantığı”, lisansüstü seviyesindeki “burslu öğrencilik” gibi gittikçe yaygınlaşan uygulamalarla bu günkü durumuna gelmiştir. Halihazırda görece güvenceli çalışan kesim (öğretim üyeleri) “projecilik mantığını” fazlasıyla taşımaktadır. Devlet üniversitelerindeki öğretim üyeleri, vakıf üniversitelerindekiler gibi projeciliği bir kaynak elde etme aracı olarak görmekte, araştırma alanlarını projelendirebilecekleri konulara göre yönlendirmektedir.
İşte bu “projecilik mantığı” başta temel bilimler olmak üzere üniversitelerde yürütülen araştırma faaliyetlerinin büyük çoğunluğunu dar bir alana hapsetmiştir: Toplum için bilgi üretimi yerine kâr getiren bilgi üretimi... Elbette Bologna süreci belgelerinde sık sık dile getirildiği gibi “Bilgi ekonomisine dayalı sistemde” Avrupa’yı ABD ile rekabet edebilir hale getirmek buradaki temel motivasyondur. Yani, gelişen “bilgi ekonomisi” dahilinde bilginin tamamıyla pazarın konusu olması, bilgi üretim süreçlerinin pazarın konusu olan diğer hizmet ve malların üretim süreçleri gibi işlemesi istenmektedir. Halihazırdaki durumun bir diğer göstergesi de teknokentlerdir. Devlet üniversitelerinde de gittikçe artan teknokentler sermayenin ihtiyacı olan bilgiyi bizzat üniversite içerisinde fazlaca zahmete girmeden üretebilmesinin yolunu daha da açmıştır.
BİLGİ VE PİYASA
İşte taslakta 34. madde ile yer alan “teknoloji transfer ofisi” üniversitelerde kurulacak olan sermaye şirketi statüsünde olan ve bilgi üretim süreçlerinin geldiği bu noktayı yasalaştıran bir kavramdır. MEB’e iletilen taslağın bir öncekinde (kasım 2012) “bilgi lisanslama ofisi” adıyla anılan yapının tanımında “Yükseköğretim kurumlarında, araştırmacı, uzman, diğer personel ve öğrencileri yapacakları bilimsel çalışmalar itibarıyla ticari değeri yüksek konulara yönlendiren” ifadesi kullanılmıştı. Ocak 2013 taslağında da (MEB’e sunulan taslak) yapının isminin değiştiği amacının ise değişmediği ortadadır. Taslağın son halinde yer alan şu ifade ile, taslağın yasalaşması durumunda oluşacak tabloya dair fazlaca söz söylemeye gerek yok: “Öğretim elemanları, araştırmacılar ve öğrenciler ile diğer personel yaptıkları araştırmaların ve çalışmaların sonuçlarını ticarileştirmek amacıyla üniversite yönetim kurulunun iznini almak koşuluyla, şirkete ortak olabilir...”. Bu yapı ve taslağın geneline hakim olan zihniyet bilgi üretim süreçlerinin ne hale geldiğini ve geleceğini, araştırma faaliyetlerinin nasıl dönüştüğü ve dönüşeceğinin en belirgin işaretidir. Taslakta ön görülen özel üniversitelerin de hayat bulması halinde, araştırma faaliyetleri yönünden üniversiteler, pazar için üretim yapan diğer şirketlerden tamamen farksızlaşacak, devlet üniversitelerinin de özel üniversiteler ile bu alandaki rekabeti, araştırma özgürlüğünün daha da azalması, araştırma faaliyetlerinin daha da güvencesiz ve esnek çalıştırılan kişilerce yürütülmesini getirecektir.
Bilginin pazarda daha da yaygın bir biçimde dolaşır hale gelmesi, sermayenin daha da fazla boyunduruğu altına girmesi sürecidir. Taslağa dair muhalif hareketlerin yavaşça yükseldiği dönemde muhalefeti daha da güçlü örmenin tam zamanıdır. Aksi durumda, üretiminin daha da esnek çalıştırma biçimleriyle olduğu, hangi bilgiye ihtiyaç olduğunun hangisine ihtiyaç olmadığının pazardaki arz-talebe yani kâr getirip getirmediğine göre belirlendiği ve bu anlamda araştırma özgürlüğünün olmadığı, araştırmacının hareket alanının olağanüstü daraltıldığı, hatta bilim insanlarının düşünce dünyalarının ve toplumsal sorumluluklarının korkunç derecede küçüldüğü bir gelecek bizleri bekliyor olacaktır.