23 Ekim 2012 Salı

Kriz, ABD ve AB: Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Var mı ?

Ümit Akçay         
22 Ekim 2012

2008 yılında ABD konut piyasasındaki kredilerin batması ile tetiklenen ekonomik kriz, bankacılık ve finans sisteminin entegre yapısı nedeniyle hızla Avrupa piyasalarına ve dünya geneline yayılmış durumda. Ancak 2008’den günümüze kadar geçen süreci farklı aşamalarda değerlendirebiliriz. 


Krizin Aşamaları
İlki, ABD’nin en yoksul kesimlerine değişken oranlı faiz ile verilen uzun vadeli konut kredilerinin, FED tarafından faizlerin 2007’den itibaren artırılması sonrası batık hale gelmeleriydi. Bu aşamada, bankalardan borçlanan (genellikle düşük gelirli işçi sınıfı ailelerinden oluşan) geniş toplum kesimleri, artan faizler nedeniyle ödeme güçlüğü ile karşı karşıya kalıp evlerine el konması sonucu daha da yoksullaştı. 

İkinci aşamada, uzun vadeli bu ev kredilerine dayanılarak piyasaya sürülen finansal kağıtlar, dayandıkları kredilerin batması sonucunda “zehirli” hale geldi. Ardından, bu kağıtları bilançolarında bulunduran bankalar ve emeklilik şirketlerinin birer birer iflası ile karşılaştık. Bu süreç ABD merkezli olarak ortaya çıkmasına rağmen, bankacılık ve finans sisteminin yüksek oranlı uluslararası entegrasyonu nedeniyle hızla Avrupa’daki bankaların ve emeklilik şirketlerinin batmalarına neden oldu. 

Krizin derinleşmesindeki bir sonraki aşama ise, sorun yaşayan bankaların ya yeniden sermayelendirilmesi ya da doğrudan devletleştirilmesi yoluyla, özel zararların merkez bankaları yoluyla sosyalleştirilmesi, yani özel zararın topluma yayılması süreci idi. Bununla beraber, ortaya çıkan “güven” sorunu nedeniyle oluşan likidite krizini aşmak üzere, yine G-7 ülkelerinin merkez bankaları ortak hareket ederek piyasaya para pompalamaya başladı. Bunun sonucunda ise, özel zararın devletleştirilmesinden ve batan şirketlerin kurtarılmasından doğan büyük kamu açıkları nedeniyle kriz bir sonraki aşamaya, yani devlet borçlarının ödenememesi aşamasına geldi. Dolayısıyla, 2008 yılında ABD merkezli başlayan kriz, farklı aşamalardan geçerek günümüzde Avrupa’da yoğunlaştı ve devletlerin iflaslarına neden olan borç krizleri olarak ortaya çıktı.
Ancak yukarıda kısaca aktardığımız süreç, ekonomik krizin sadece tetikleyici yönünü oluşturuyor. Sürece daha genel hatlarıyla baktığımızda ekonomik krizlerin kapitalist sistemin işleyişi açısından bir bir istisnayı değil, kaideyi oluşturduğunu belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla, Marks’ın da ısrarla altını çizdiği gibi, kriz, kapitalist üretim tarzı ve sermaye birikimi açısından yapısal bir unsurdur. Marks’ın bıraktığı yerden, ekonomik krizler üzerine var olan literatür genellikle Marksist gelenek öncülüğünde geliştirilmiş ve kar oranlarının düşme eğilimi, kar sıkışması, aşırı üretim/birikim, eksik tüketim gibi sürecin farklı yönlerine işaret eden açıklama çerçeveleri ortaya konulmuştur. Burada, bu yaklaşımların detayına girmeden içinden geçmekte olduğumuz krizi  yaratan koşulların tarihsel gelişimini sermaye birikiminin ana eğilimlerine bakarak kısaca değerlendireceğiz.
Güncel Krizin Tarihsel Temelleri
Güncel krizin temelleri 1970’lerde yaşanan krizle doğrudan bağlantılı. 1970’li yıllarda kar oranlarının düşmesi sonrasında, yeniden karlılık koşullarının yaratılabilmesi için yapılan ilk iş, işçi sınıfına, örgütlülüklerine ve kazanımlarına karşı geniş çaplı bir saldırı ve geriletme kampanyasına girişilmesiydi. Bunun sonucunda 1980’li yılların başlarından itibaren özellikle ABD ve İngiltere başta olmak üzere, pek çok ülkede neoliberal programlar hayata geçirilmeye başlandı ve emek üretkenliği ile reel ücretler arasındaki makas, ilkinin lehine bir şekilde değiştirildi. Ancak gerek reel ücretlerin düşürülmesinden, gerekse dünya genelindeki kapitalist şirketler arasındaki rekabetten kaynaklanan sebeplerle, üretilenlerin satılması yani eksik talep sorunu ile karşı karşıya gelindi. Bu aşamada, kapitalist birikim sürecinin son dönemini karakterize eden bir başka önemli mekanizma, yani kredi mekanizması devreye sokularak, sosyal hakların ve reel ücretlerin gerilemesi ile düşen alım gücü, faiz oranlarının düşürülmesi yardımıyla borçlanmanın kolaylaştırılması sağlanarak, suni olarak yeniden tesis edilmeye çalışıldı. 

Bunun anlamı, özellikle işçi sınıfının ve geniş toplum kesimlerinin alım güçlerini koruyabilmek için giderek daha fazla kredi kullanmaları, yani borçlanmaları idi. Kredi, her dönemde sermaye birikiminin en önemli katalizörlerinden biri olmuştur. Kredi ilişkisi sayesinde sermaye, henüz üretilmemiş olan artı değer üzerinde dahi hak sahibi olma iddiası taşır hale gelmektedir. Bu haliyle kredi, sermayenin geleceği ipotek etmesi anlamına gelir. Ancak kredi ilişkisinin son dönemde aldığı biçim bunun da ötesine geçerek, işçi sınıfının bizzat kendisini bağlayan bir pranga haline dönüşmüş ve yüksek borçluluk, giderek geniş toplum kesimlerini pasifize eden bir mekanizma haline gelmiştir. 

Dolayısıyla, finansallaşma olarak da tanımlanan bu son dönem için belirtilmesi gereken, gelişen bu yüksek boçluluğun, doğrudan reel ücretlerin düşürülmesi ile bağlantılı olduğudur. Ancak her borç ilişkisi gibi, yaratılan tüm bu mekanizma da gayet kırılgan bir zemin üzerine inşa edilmiştir. Zaten reel ücretlerin düşürülmesi nedeniyle alım güçlüğü yaşayan geniş toplum kesimlerinin borçlarını geriye ödeyememesi, bir anda kurulan tüm bu sistemin yıkılması ile sonuçlanmıştır. Dolayısıyla, 2008 yılında açığa çıkan ve uzun vadeli ev kredilerinde yaşanan sorunların sistemin geneline yansımasıyla belirginleşen ve giderek bankaların ve sonunda da devletlerin iflaslarıyla sonuçlanan sürecin gerisinde, 1970’li yıllardaki krizden çıkış için geliştirilen sermaye stratejisinin, yani neoliberal yaklaşımın olduğunu belirtmek gerekiyor.
Kriz ve Avrupa’nın Neoliberal Dönüşümü
Özellikle 2011 yılından itibaren krizin yoğunlaştığı Avrupa coğrafyasına baktığımızda ise, buradaki sorunları daha iyi anlayabilmek için, krizin Avrupa’ya özgü açığa çıkış biçimlerine değinmek gerekiyor. Buna göre, Avrupa Birliği (AB) bir dizi yapısal eşitsizlik üzerine kurulmuştur. Genellikle şu anda krizde olan güney ülkeleri daha çok emek üretkenliklerinin görece düşük olması nedeniyle sistematik olarak dış ticaret açığı verir durumda. Bunun karşısında başta Almanya olmak üzere, bir dizi kuzey ülkesi ise yine sistematik olarak dış ticaret fazlası veriyor. Bu süreç sonucunda ise, güney ülkelerinin dış ticaret açıklarını başta kuzey ülkelerinden olmak üzere, uluslararası piyasalardan borçlanarak kapattıklarını görüyoruz. Dolayısıyla Avrupa krizinin gerisinde, öncelikle AB içi eşitsizliklerin yatmakta olduğu söylenebilir. 

Zaten sistematik olarak dış ticaret açığı veren ve bu açığını da piyasadan borçlanarak kapatan güney ülkeleri için, ABD’den ithal edilen krizin etkileri, batan bankaları devletleştirmekten doğan zararların da devletin borcuna dönüştürülmesiyle beraber giderek daha da yakıcı olarak hissedildi ve sonuçta bu ülkeler başta Yunanistan olmak üzere, borçlarını döndürememe sorunu ile yani iflasla karşı karşıya kaldılar.
Ancak özellikle AB çerçevesinde, krizden çıkış için önerilen kemer sıkma politikalarına bakıldığında ise, bu süreçte krizi, sermayenin AB genelinde daha da güçlenmesi ve neoliberalizmin derinleşmesi için bir fırsata çeviren Alman sermayesini görmekteyiz. Buna göre Alman sermayesi, krizle beraber özellikle 2000’li yıllarda yine Alman işçi sınıfını denetim altına alarak kurduğu yeni “Alman modeli” çerçevesinde tüm Avrupa’yı dönüştürme projesini devreye sokmuştur. Bu modelin temeli, işçi sınıfının gücünün geriletilmesine, reel ücretlerin baskılanmasına, çalışanların sosyal haklarının geriletilmesine, esnek çalışma uygulamalarının emek piyasasında ana norm haline getirilmesine ve bu yollarla uluslararası “rekabet gücünün” yeniden tesis edilmesine dayanmaktadır. 

Bu bağlamda, krizdeki ülkelere “Alman modeli” çerçevesinde önerilen, ülkelerindeki çalışma hayatını sermaye lehine yeniden düzenlenmesi ve eğitim, sağlık, emeklilik ve sosyal harcamalar gibi kalemlerden kısılarak kamu borcunun daraltılması ve bu yolla da, uluslararası alanda “rekabetçi” hale gelerek dış ticaret açıklarının kapatılmasıdır. Son olarak, krizdeki ülkeler, var olan dış ticaret açıklarını ve borçlarını azaltmak ve en azından bir süre kazanmak için devalüasyon yoluna, Avrupa parasal alanı içerisinde oldukları, yani kendi basmadıkları bir parayı ulusal para birimi haline getirdikleri için gidememektedir.
Krizin Geleceği
Yukarıda ana hatlarıyla ifade ettiğimiz gibi bugün krizden çıkış için önerilen politikalar, bizzat krizin nedeni. Dolayısıyla, kısa vadede krizden “çıkıştan” çok, ekonomik krizin daha da derinleşmesi ve zaten pek çok Avrupa ülkesinin çoktan girdiği resesyonun daha da genişlemesi gündemde. Ancak krizin bundan sonrasının nasıl şekilleneceği, genel olarak sınıf mücadelesinin alacağı biçimlere ve özel olarak da işçi sınıfının krizin faturasını kendisine ödetmeyi amaçlayan sermaye programlarına direnebilme kapasitesine bağlı. Her ne kadar şimdiye dek, herhangi bir ülkede net bir şekilde daraltıcı programın geriletilmesi sağlanamasa da, bu programlara karşı olan direnişin giderek daha da geniş kitleleri içerecek şekilde genişlemesi, krizin geleceğinin AB Merkez Bankası koridorları kadar, Yunanistan, İspanya, Portekiz ve İtalya meydanlarında belirleneceğine işaret ediyor. Bu anlamıyla denilebilir ki, tarih bir kez daha Avrupa sokaklarında yazılacak.
Kaynak: http://kriznotlari.blogspot.com/2012/10/kriz-abd-ve-ab-bat-cephesinde-yeni-bir.html

22 Ekim 2012 Pazartesi

‘Krize Karşı İnşaat’: Nereye Kadar?(2)

Mustafa Sönmez
20 Ekim 2012

Özellikle AKP iktidarına denk gelen yıllarda, Türkiye’de sermaye birikiminin ana rüzgarı inşaat sektörünün bundan sonrasında da sürükleyici bir aktör yapılmak istendiğini, bunun için de “Deprem” gerekçeli “Kentsel Dönüşüm” düzenlemesinin icat edildiğini biliyoruz. Hedeflenen , yılda 350 bin konutluk bir ek talep yaratmak…
Farklı kalitelerdeki bu konutların nasıl üretileceği,dahası iç ve dış talebin nasıl yaratılacağı sorusu yanıt bulmalıdır. Üretim için en önemli girdi olan arsayı AKP rejimi “Ekonomi dışı zor”a başvurarak sağlamayı taahhüt ediyor. Her tür kamu arsasına el koymanın yetkisi, ilgili bakanlığa verilmiş zaten. Bunların arasında rantı çok yüksek askeri alanlar da var, kent merkezlerindeki okul,hastane gibi kamu binaları, hatta tarımsal alanlar,ormanlar bile…Dahası, proje bütünlüğünü sağlamak iddiasıyla, hiç risk taşımayan binalar da dönüşüm adası içindeyse yıkılıp arsası kullanılabilecek.
Operasyonun ihtiyaç duyacağı sermayeyi, bir yandan TOKİ başka kamu arsalarının doğrudan,dolaylı satışı ile sağlıyor.Buna 2B satışından elde edilecek kaynaklar eklenecek. Ama yine de bu proje, dönüp dolaşıp merkezi bütçeyi tırtıklayacak, açığını büyütecek. Ama asıl kaynağın, dışarıdan temini umuluyor. 320 milyar doları geçen dış borç stokunun üçte ikisi özel kesimin ve bunların içinde de inşaat-gayrimenkul sektörü başı çekiyor. Bu, dışarıdan borçlanmanın devam edeceği anlamını taşıyor. Ama daha önemlisi bu konutların satışı,pazarlanması ve paraya tahvilidir.Bu nasıl olacak?
***
Kentsel dönüşüm, riskli konutların sahiplerini, konutlarını yenilemeye mecbur tutuyor.Bu, kapitalizm öncesine ait despotik bir kavramı, “Ekonomi dışı zor”a denk düşen bir düzenleme. Borçlanamayacak durumda olanların ise, eline üç-beş kuruş tutuşturularak konutsuz, barınaksız bırakılması, mülksüzleştirilmesi  gündemde.
Krize karşı inşaatın etkili olabilmesi, esasta,iç talebe bağlı, ama orada da aile borçlanması, kapasitesinin sınırına gelmiş durumda.  2010 ve 2011’in yüzde 9 puanlık  büyümesine ortalama 5 puan katkıda bulunan hanehalkı harcamaları, 2012’nin ilk yarısında bıçak gibi kesildi, yüzde 0,2 azaldı. Ailelerin tüketici kredisi, kredi kartı kullanımı ve diğer yollarla  borçlanmalarının toplamı 300 milyar TL’ye yaklaşıyor. Bu, hane gelirlerinin yüzde 55-60’ı demek. TÜİK anketleri ailelerin yüzde 62’sinin borçlu olduğunu ve bunların önemli bir kısmının da borç yükümlülüklerinde zorlandığını ortaya koyuyor.
***
İnşaat üstünden birikimde dış talebe de umut bağlanmış, ama eldeki veriler pek umut vermiyor. Yıllık ihracatı 150 milyar doları bulan Türkiye’de dışarıya gayrimenkul satışları, bu yılın ilk 8 ayında 1,5 milyar doları ancak buldu. Ama pes edilmiş değil. Yakınlarda yer alan bir haberde şöyle deniyordu;
Türkiye’nin önde gelen gayrimenkul grupları Şubat 2013’te 192 metre uzunluğundaki gemiyle Körfez seferi yapacak. Gemide proje maketleri yer alacak. 10 günlük Dubai, Katar, Bahreyn, Suudi Arabistan ve Kuveyt turunda milyar dolarlık satış beklentisi var” Umut, sadece fakirin değil,zenginin de ekmeği!…
Sonuç olarak, dünya ekonomisinin pek umut vermediği önümüzdeki yıllarda ihracat iddiasında ısrar etmeyen Türkiye kapitalizmi, umudunu iç pazara,daha çok da inşaata,zorunlu konut yenilemeye bağlamış durumda. Ne var ki, burada iç talep,hanelerin borçlanarak ya da gönüllü borçlanmayla konuta talepleri,umulanı karşılamaya yeterli görünmüyor.Bunda da ülkede işi olanın geleceğe güven duymaması, işini her an kaybetme kaygısı olması, gelirin insafsızca adaletsiz bölüşümü en önemli etken. Bu da inşaatın, ne yapılırsa yapılsın,  uzun vadede bir kurtarıcı olmasına imkan vermeyeceğini gösteriyor. Ama yine de köşeye sıkışan AKP rejimi ve sermayedarları kamu arsalarını, kentin dokusunu yağmalayabilecekleri kadar yağmalamaktan geri durmayacaklar. Zaman, kentine ve kendine sahip çıkmanın zamanı…

Kaynak:http://mustafasonmez.net/?p=2474

‘Krize Karşı İnşaat’: Nereye Kadar ?(1)

Mustafa Sönmez
19 Ekim 2012

AKP rejiminde sermaye birikimi sürecine damgasını vuran sektörün inşaat olduğu malum. İnşaatın başaktör olarak sahne alması 2001 krizi sonrası oldu. 2001 krizi öncesi , devasa açıkları olan kamuyu fonlayarak yüksek faizler elde eden para sermaye sahipleri için,  yaşanan ağır transformasyon sonrası fahiş faiz iklimi de son buldu. 2002 sonrasında iç tüketim, iç tüketimde de inşaat üstünden birikim devri açıldı.  Kamuya borç veren bankalar artık yüzlerini tüketici kredisine döneceklerdi. Konut kredisi için kampanyalar hızlanacaktı. AKP iktidarı büyük bir cinlikle Arsa Ofisi’ni RTE’ye doğrudan bağlı TOKİ’ye bağlayınca inşaatta “yürü ya kulum” dönemi de açılmış oldu. Bütçeden tek kuruş harcamadan kamu arsalarını bir tür sermaye gibi kullanan TOKİ modeli ile 10 yıl içinde 500 binin üzerinde konut inşa ettirildi. AKP yetiştirmesi, payandası irili ufaklı burjuvazinin yanında, geçmişin büyük sanayicileri,hatta finansçıları hepten inşaatçı kesildi, inşattan beslenmeye başladı.
***
İnşaatın, özelikle de konut üretiminin, yeni dönemin birikim modelinin baş aktörü durumuna getirilmesi. 1980 öncesi birikim rejiminden farklı bir şey. İKSV Tasarım Bienali kapsamında 15 Ekim Salı günü Büyükdere Koleksiyon’da bir konuşma yapan Prof.Dr.İlhan Tekeli Hoca, “Kentsel dönüşümün neden vakti geldi?” sorusunu sorduktan sonra şunu söylüyordu;
“ 1960’lı yıllarda Türkiye planlı ekonomiye girdiğinde, konut harcamaları bir yatırım konusu olarak ele alınıyordu. Ülkenin kalkınmasında kapital en önemli kıt faktör olarak görülüyordu. Türkiye de zaten düşük olan kapital birikimi içinde yatırımlarını olabildiğince sanayiye ayırmaya çalışıyordu. Bu durumda Türkiye’nin hızlı sanayileşmesinin yolu şehirleşmeye ve konuta ayrılan kapitalin en aza indirilmesi gerekiyordu. (…)Günümüzde ise konuta bir yatırım olmaktan çok tüketimi çoğaltılarak ekonomiyi canlandırmakta yararlanılabilecek bir dayanıklı tüketim malı olarak yaklaşılıyordu. Genellikle konutun 135 farklı sektörle ilişkisi olduğu söylenerek, ekonominin krize düştüğü dönemlerde ekonomiyi canlandırmak için konut harcamalarının artırılması teşvik edilmektedir.” 
Milli gelire katkı açısından “inşaat”ın kendi başına belirleyici bir büyüklüğü olmayabilir ama inşaat, diğer sektörleri sürükleyen bir faaliyet . İnşaata kazma vurulunca inşaat malzemesi üreten çimento,cam,tuğla,seramik,boya,demir-çelik,ahşap vb. sektörlerin tümünün çarkları dönmeye başlar. Bankaların kredi çarkı dönmeye başlar. Uluslararası fonlara gün doğar. Binaların bitişiyle içinin donanımı beyaz eşya,otomotiv sanayiine alan açar.Konutların pazarlanması emlak pazarlama sektörüne, pazarlama, ilanlar yoluyla medyaya alan açar…Bu böyle zincirleme birçok sektörü tetikler. Ama bütün bu faaliyetlerin ana karakteri, bir meta olarak konutun  ağırlıkla “iç pazara” dönük bir üretim olmasıdır. İhracının yani, dışarıdan, dövizle alıcısının sınırlı kalmasıdır.En azından Türkiye şartlarında bu böyledir.
***
İnşaatın “iç pazara dönük” karakterinin tamamlayıcısı, “ithalata” bağımlılığı. Bir tek arsa girdisi yerli sayılabilecek inşaatta, çimento bile ithal enerji kullanıcısı olarak döviz harcayan bir sektör. Düşük kurun kamçıladığı ithalat, inşaatta da birçok yapı malzemesini,aksamı,makina-teçhizatı ithalat yoluya karşılıyor. Geleneksel müteahhitlikten Gayrimenkul Yatırım Ortaklıkları’na geçiş yapan inşaat firma grupları, en büyük ithalatçı olmanın yanında en büyük borçlanıcı,yani dış kaynak kullanıcıları, aynı zamanda. Bugün 350 milyar dolara yaklaşan Türkiye’nin dış borç stokunda üçte ikilik pay özel sektöre ait iken en büyük özel sektör borçlularının ise inşaat-gayrimenkul sektöründe faal firmalar olduğu  görülüyor.
Özetle, “İnşaat ya Resulullah!” diyerek son 10 yılı inşaat odaklı birikim ile geçiren –İslamcısı, TÜSİAD’cısı ile- Türkiye burjuvazisi, gelecekte de inşaattan, özellikle “Kentsel Dönüşüm” adıyla cilalanan yeni sürece dört elle sarılmış durumda.  Geçtiğimiz gün medyada yer alan bir haber, bu hissiyatın tercümanı sayılmalı. Haber şöyleydi; TÜGİAD Ankara Başkanı Barış Aydın, Bu tür ortamlarda daha önce olduğu gibi bu kez de inşaat sektörüne sarılmak, ülke kalkınması için atılan adımlar, yapılan yatırımların durmaması gerekiyor. 50’yi aşkın sanayi kolu 350’ye yakın alt sektörü besleyen inşaat sektörü Türkiye’nin son yıllarda ilgiyle izlenen gelişimini devam ettirir.Bu bağlamda kentsel dönüşüm projeleri aslında çok büyük bir şans. Türkiye’yi modern görünüme kavuşturacağı gibi afetlerden koruyacak, insanca yaşama fırsatı sunacak kentsel dönüşüm ülkeyi şantiye alanına çevirip çarkın dönmesini sağlayacak.”
***
İstanbul ve çevre illeri 1999 yılında çok önemli bir depreme maruz kaldılar. Bir deprem ülkesi olan Türkiye’de , felaketin, afetin, bir çok hukuksuzluğa ve barbarlığa gerekçe yapıldığını biliyoruz. Yaşam hakkını gerçekleştirmek için yaşadığımız konutların depreme dayanıklı hale getirilmesine kim karşı çıkabilir? Betondan birikimi sürdürmenin yeni aşaması sayılan “Kentsel Dönüşüm”e de, afete karşı olmak gerekçesinin , soyguna meşrutiyet kazandırmak için tepe tepe kullanıldığının hergün birçok örneğine rastlıyoruz. TÜGİAD’cı işadamının demeci de buna güzel bir örnek işte.
Afete karşı önlem hikaye, kar ve sermaye birikimi gerçektir…Ancak burada da deniz sonsuz değildir. Gidilecek yol, hele bugünün Türkiye şartlarında oldukça sınırlıdır. İnşaat ipi, yılları taşıyacak , sermayeyi kuyudan çekip çıkaracak kadar güçlü değildir, hatta boyuna,ayağa dolanması işten bile değildir. Bunun neden böyle olduğuna yarın devam edeceğim…

Kaynak:  http://mustafasonmez.net/?p=2471

19 Ekim 2012 Cuma

Büyükşehir Tasarısı ve Kent Hakkı

İl belediyeleri büyükşehir olmak istiyor. Kendi belediyeleri açısından son derece haklıdırlar. Ancak konuya daha yukarıdan, Türkiye geneli için baktığımızda tasarının son derece sorunlu olduğunu görüyoruz.


                                                                                                                                    Bülent Duru
18 Ekim 2012, Perşembe 
 


Yerel yönetim sistemini kökten değiştirecek büyükşehir yasa tasarısı sessiz sedasız Meclis'ten geçecek gibi görünüyor. Tasarıya fazla ses çıkarılmamasının, yoğun karşı çıkışların olmamasının bir nedeni AKP'nin gücü karşısında artık yapabilecek bir şeyin olmadığı düşüncesinin yaygınlaşmasıysa, bir diğer nedeni de 13 ilde büyükşehir belediyesi kurulmasının kamuoyunda olumlu bir gelişme olarak karşılanması olabilir.
AKP yetkilileri, bu tasarıyla yerel yönetimlerin yetkilerinin artırıldığını ve AB'ye daha da yaklaşıldığını düşünüyor. Örneğin, AKP'nin Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Menderes Türel Radikal'deki röportajında şunları söylemiş:
"Biz yerindenlik ilkesi çerçevesine dayalı bir kanun düzenledik. Bırakın merkezileştirmeyi, aksine yerel yönetimin yetkileri burada arttırılıyor. Dolayısıyla yerindenlik dediğimiz, Avrupa Konseyi'nde 1989 senesinde imza attığımız yerel yönetim özerklik şartnamesi gereğince yapılması gerekenleri daha yeni yapabiliyoruz. Burada zaten önemli olan Ankara ile olan ilişkilerin daha da azaltılması ve meselelerin yerinde çözülmesi ve hızlı hizmet." (Radikal, 16 Ekim 2012)
Acaba yukarıda yazılanlar doğru mu, bu proje gerçekten yerelleşmeyi mi savunuyor?
Bunu anlamak için tasarıya şöyle bir göz atmak yeterli. Yaklaşık 80 sayfadan oluşan metnin 60 sayfası kapanan belediye ve köylerin listesine, geri kalanı da yeni düzenlemenin ayrıntılarına ayrılmış. Yani yerelleşmeyi güçlendireceği iddiasıyla hazırlanan tasarının büyük bölümünü yerel yönetim birimlerinin kapatılmasına ilişkin hükümler oluşturuyor.

Kent hakkı ile büyükşehir tasarısının ilgisi nedir?

Kent hakkını ilk olarak 1968 yılındaki aynı adlı kitabıyla Henri Lefebvre gündeme getirmişti. Kavramın Türkiye'de popüler hale gelmesinde ise David Harvey'in 2008 yılında yine aynı adlı bir makale yayınlaması ve geçtiğimiz aylarda İstanbul ve Ankara'da konferanslar vermesi etkili oldu.
Kavram, kısaca Murray Bookchin'in günümüz yerleşimleri için kullandığı "kentsiz kentleşme" deyişi ile aynı sorunlara göndermede bulunuyor: Kapitalizm ve küreselleşme koşullarında bireyin kentsel yaşamdan dışlanmasına, kentin biçimlenmesinde edilgen bir öğe haline gelmesine kısaca kentin yönetimindeki etkisinin yok olmasına...
Harvey kent hakkını şöyle formüle etmiş: "Kent hakkı, kent kaynaklarına ulaşma bireysel özgürlüğünden çok öte bir şeydir: Kenti değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır. Bireyselden çok ortak bir haktır."[1]
İşte büyükşehir tasarısı "kent hakkı"nın gerçekleştirilmesinin önünde bir engeldir. Çünkü:
- Ülkedeki yerel yönetimlerin yaklaşık yarısının tüzel kişiliğine son verilmesi, halkın yönetime katılım kanallarından birinin önünü kapamak anlamına gelmektedir;
- Sınırları ilin tamamını kaplayacak yeni büyükşehirlerin yönetimine halkın katılımını sağlamak imkânsızdır.
Yönetim birimi ne kadar büyürse, sınırları ne kadar genişlerse yurttaşların kent yönetimine etkide bulunmaları da o kadar zorlaşacaktır. Milyonluk bir kentte, örneğin Ankara'da, hemşehrilerin yönetime katılmaları yalnızca otobüslerin rengini belirlemek için yapılan ankete oy vermekten ibarettir; otobüsün hangi firmadan alınacağı, güzergâhı ya da en önemlisi onun yerine başka bir şey isteyip istemediği sorulmaz.

Büyükşehir tasarısında sorunlu noktalar

Bugün Türkiye'de il belediyeleri, hem yetkileri, hem gelirleri hem de statüleri yükseleceği için büyükşehir olmak istiyor. Kendi belediyeleri açısından baktıklarında bunda da son derece haklıdırlar; buna diyecek bir şey yok. Ancak konuya daha yukarıdan, Türkiye geneli için baktığımızda tasarının son derece sorunlu olduğunu görüyoruz:
- Tasarı hazırlık sürecinin demokratikliği
Taslak için söylenebilecek ilk şey birdenbire gündeme getirilmesidir. Konu yeterince tartışılmadan, kamuoyunun, uzmanların, sivil toplum örgütlerinin görüşlerine başvurulmadan oluşturulmuştur.
Tasarının parti içinde bile ne kadar benimsendiği açık değildir. İllerdeki belediye başkanlarının durumdan hoşnut olduklarını tahmin edebiliyoruz; acaba kapatılacak il özel idaresi, belediye ve köylerdeki AKP'li yerel siyasetçiler ne düşünüyorlar?
- Avrupa yerel özerklik şartına aykırılığı
Tasarı ile 29 il özel idaresi, 1591 belde belediyesi ve 16.082 köyün tüzelkişiliği kaldırılmakta, başka bir anlatımla il özel idarelerinin yüzde 36'sı, belediyelerin yüzde 53'ü, köylerin yüzde 47'si yerel halka sorulmadan yok edilmektedir.
Bir yerel yönetim biriminin sınırlarının orada yaşayan halkın görüşüne başvurulmadan değiştirilmesi katılım ilkesinin ihlali anlamına gelecektir. Bu durum, kendi yasal düzenlemelerimize uygun olsa bile, altında imzamızın bulunduğu Avrupa Yerel Özerklik Şartı'na aykırılık oluşturmaktadır.
Şart'ın "Yerel Yönetim Sınırlarının Korunması" başlığını taşıyan 5. maddesinde konu "Yerel yönetimlerin sınırlarında, mevzuatın elverdiği durumlarda ve mümkünse bir referandum yoluyla ilgili yerel topluluklara önceden danışılmadan değişiklik yapılamaz." sözleriyle, herhangi bir duraksamaya yer vermeyecek biçimde düzenlenmiştir.
- Büyükşehir tanımının nesnelliği
Yeni il belediyelerinin büyükşehir olması için Büyükşehir Belediye Kanunu'ndaki 750 bin nüfus ölçütünün tutturulması gerekiyordu. Yasal değişiklikle söz konusu rakam düşürülebilirdi. Ancak bu yola girilmemiş, seçilen bazı illerde söz konusu limitin il sınırları içindeki nüfusta geçerli olması koşulu getirilmiştir.
Büyükşehirleşme konusu akademik açıdan desteklenmediği, siyasal-ekonomik kaygılara göre günü birlik kararlarla yürütüldüğü için örneğin AKP içinde bile "Kütahya ve Uşak'ın birleştirilerek il yapılması" gibi garip önerilerde bulunulabiliyor. (Sabah, 4 Ekim 2012)
- Bütünşehir modelinin kırsal alanlar için uygunluğu
Belediye sınırlarının il sınırlarına kadar genişletilmesini anlatan "bütünşehir" uygulaması yalnızca İstanbul ve İzmit gibi kırsal alanlara sahip olmayan metropol bölgeler için uygun olabilir. Oysa yeni büyükşehir yapılacak 13 ilde kırsal alanlar çok geniş yerleri işgal ediyorlar.
Örneğin Muğla'da belde ve köylerin nüfusu, il ve ilçe merkezinden daha fazla durumda.
- Yerel düzeyde merkezileşme
AKP, iktidara geldiğinde AB sürecinin de zorlamasıyla her alanda yerelleşmeyi savunuyordu. Oysa aradan geçen zamanda görüyoruz ki, yerel yönetimlerle, kentsel yaşamla ilgili her alanda artık yerelleşme değil, merkezileşmeye doğru bir gidiş var.
Büyükşehir kurmaya ilişkin yeni tasarı her ne kadar -büyükşehirlerin sayısını artırdığı için- yerelleşme yönünde bir adım olarak değerlendirilebilse de gerçekte yapılan il içindeki yetkileri büyükşehire devretmek, bir anlamda yerel düzeyde merkezileşmeyi gerçekleştirmektir.
Merkezdeki belediyenin kilometrelerce ötedeki bir köye ya da belediyeye nasıl hizmet götüreceği belli değildir. Küçük belediye ve köyler halkın yerel ihtiyaçlarının karşılandığı, gündelik yaşam sorunlarının giderildiği birimlerdir; büyük, merkezi, bürokratik yönetimler yerel halkın yaşamsal beklentilerini karşılayamazlar.
- Merkezdeki belediyenin diğerlerine hükmetmesi
Bazı illerde, kimi yerleşim yerlerinin nüfusu ildeki belediyenin nüfusuna yakın ya da ondan büyük olabilmektedir. Örneğin Muğla ilinde Fethiye, Muğla merkezden daha büyüktür. Tasarı yasalaşırsa Fethiye Belediyesi'nin imar yetkilerinin önemli bir bölümü Muğla Belediyesi'ne devredilecektir. Buna benzer biçimde Mardin'de Kızıltepe ve Nusaybin, Mardin kent merkezinden daha büyüktür.
- İl özel idarelerinin durumu
29 ilde il özel idareleri ortadan kaldırılacaktır. Kuşkusuz, il özel idarelerinin varlık nedenleri sorgulanabilir, yetkileri başka kurumlara devredilebilir. Ancak kamuoyunda yeterince tartışılmadan, araştırma yapılmadan kırsal kesimden bu yerel birimleri uzaklaştırmak ne ölçüde doğrudur?
Yerelleşmeyi sağlamak için böyle bir yöntem izlendiği söyleniyor. O zaman da İl özel İdaresi'nin yerine kurulacak "Yatırım İzleme ve Koordinasyon Merkezi"nin neden merkeze, hatta Başbakana bağlı hale getirildiğini sormak gerekir. Genel bütçe vergi gelirlerinin %0.25'inin aktarılacağı bu merkezlerin bütçesinin onayını doğrudan doğruya Başbakan yapacaktır. Eğer başkanlık sistemine geçmeye hazırlık değilse, yeni bir tür merkezileştirmedir bu.
- Köylerin ortadan kalkması
Bu uygulamayla, Türkiye'nin en eski yerel yönetim birimlerinden, yaklaşık 200 yıllık bir geleneği temsil eden köylerin yaklaşık yarısı, 16 bini, ortadan kaldırılmaktadır.
Bir mahalle olarak yakınlarındaki belediyeye bağlanacak olan köylerin orta mallarının, meralarının, ormanlarının nasıl korunacağı kuşkuludur. Her ne kadar tasarıda geçiş dönemine ilişkin hükümler olsa da gelecekte ne olacağı belli değildir. Biliyorsunuz hükümet yetkilileri afet durumunda mera ve ormanlardan da yararlanılacağını söylemişlerdi.
Kaldırılan köylere orman köyleri de dahildir; İstanbul ve Kocaeli'ndeki orman köyleri de bu düzenlemeyle tüzel kişiliklerinden edilmektedir. Söz konusu hükümlerin Anayasanın ormanların ve orman köylüsünün korunmasına ilişkin 169 ve 170. maddeleri karşısındaki konumu tartışmalıdır.
Yıllardan beri sürüncemede kalan Köy Kanunu tasarısı üzerinde bugüne kadar yapılan çalışmalar anlamsızlaşacaktır.
Küçük bir hatırlatma, Hatay'da daha çok Ermeni yurttaşların yaşadığı Vakıflı Köyü'nün de tüzel kişiliğine son verilecektir.
- Tarım ve hayvancılığın tehlikeye girmesi
Bir başka sorun alanını, geçimini tarım ve hayvancılıktan sağlayan köylülerin, artık belediyenin bir mahallesinde yaşıyor yani kentli sayılıyor olması oluşturmaktadır. Öteden beri tarlasında ekimini yapan, ahırda ineklerini besleyen köylüler, bir anda belediyenin kurallarına tabi tutulduklarını, yani artık tarım ve hayvancılıkla ilgilenemeyeceklerini öğrenmektedirler. Her ne kadar, şimdiki geçiş döneminde bu durumdan kaynaklanacak olası sorunların önüne geçmek için söz konusu etkinliklerin sürdürülmesine belediye tarafından izin verilse de, yakın bir gelecekte tarım ve hayvancılığın yürütülmesinin giderek zorlaşacağı açıktır.
- Toprak rantına göz dikilmesi
Kırsal yerleşim yerlerinin bir günde kentsel kurallara tabii tutulması tarım ve hayvancılık faaliyetlerini olumsuz yönde etkilediği gibi, toprak rantının paylaşımında çatışmalar yaratacaktır. Bugün üzerinde ekim yapılan tarım topraklarının kısa bir süre sonra imara açılması şaşırtıcı olmayacaktır. Bir günlük kararla arazilerin arsa haline gelmesiyle, kırsal kesimdeki toprak rantının denetimi büyükşehir belediyesine geçecektir.
- Köylüye kentsel yükümlülükler getirilmesi
Kırsal yerleşim yerlerinin büyükşehir sınırlarına katılması, bir başka deyişle köylük yerlerin kentsel yönetim mekanizmaları içine alınmasının bir başka etkisi, köylülerin artık emlak vergisi, su parası gibi birtakım yeni kentsel yükümlülükler altına girmesi olacaktır.
- Kürt sorunu ve bitmeyen yerel yönetim reformu
Yaklaşık on yıldan beri sürekli yerel yönetimlerle ilgili bir yasa çıkarılıyor. Köy Kanunu, İmar Kanunu tasarıları da yıllardan beri sırada bekliyor; şimdi eldeki metinler tekrar düzenlenmek zorunda kalacak.
Sistem bir bütünlük içinde değil, günü birlik ihtiyaçların etkisi altında biçimleniyor. Örneğin Kürt sorununun çözümünde yerel yönetimleri düzenlemenin en önemli araçlardan biri olacağı kuşkusuz; sorunun ileride daha da ağırlaşacağı ve yerel yönetimler üzerinde yeniden değişiklik gerektireceği de açık. Daha şimdiden bu araçla oynamaya başlamak ilerideki daha köklü düzenlemelerde zorluk çıkarabilir.

Sonuç:  Her yer büyükşehir mi?

Yerel yönetimleri güçlendirmek, il belediyelerinin gelir ve yetkilerini artırmak için buraları büyükşehir ilan etmek tek çözüm yolu değildir; bunu başka biçimlerde gerçekleştirmek mümkündür.
Türkiye nüfusunun yaklaşık 56 milyonu büyükşehir sistemi içine alınacaksa bu kez de Ankara, İstanbul, İzmir gibi gerçekten büyük olan kentler için başka bir düzenlemeye mi gidilecektir?
Yerel yönetimler, tek bir güç merkezinden, günü birlik ani kararlarla değiştirilemeyecek kadar önemli organlardır; konuyla ilgili düzenlemelerin bütün siyasal partileri, uzmanları, demokratik kitle örgütlerini, kısaca toplumun bütün kesimlerini içerecek biçimde yapılması gerekir. (BD/HK)

* Bülent Duru, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi
[1] David Harvey, "Kent Hakkı", Çev. Meriç Kırmızı, www.sendika.org ("The Right to the City," New Left Review 53, Eylül-Ekim 2008, s. 23-40. )

Kaynak: http://bianet.org/bianet/kent/141531-buyuksehir-tasarisi-ve-kent-hakki

Türkiye Kentlerinde El Koyarak Birikim

Yusuf Ekici 2008 yılında  ortaya çıkan kapitalist krizin etkileri gün geçtikçe artıyor.  Krizin ortaya çıktığı dönemde, Türkiye’de yet...