14 Kasım 2012 Çarşamba

İnşaat Balonu Ne zaman Patlar?

Kriz tanrısına zalim AKP rejimini şikayet edenler, şiddetli bir ceza için adak üstüne adak adarlarken bu dileklerinin yerine gelmesinin ne kadar muhtemel olduğunu da merak ediyorlar, elbette. AKP, ekonomik bir krizle ne zaman tökezler, toparlayabilir mi?
AKP rejiminin en önemli zayıf halkaları, cari açık ve bu konjonktürde inşaat.Ancak ve ancak dış kaynak girişi ile büyüyebilen ekonomi, ihracat yerine daha çok iç pazara dayalı üretim yapıyor ve büyümesini iç taleple gerçekleştiriyor. Döviz üretmek yerine, döviz harcayan bu karakter, yüksek büyümeye karşılık yüksek döviz açığı ,yani cari açık veriyor. Cari açık oranı yükselince, büyüme de “yumuşak inişe” geçiyor. Son yıllarda da öyle oldu, 2010-2011’de ortalama yüzde 9 büyüme, milli gelire oranı yüzde 10’u bulan cari açık yaratınca, 2012’de yüzde 3 büyümeye fit olundu ama cari açık ancak yüzde 7,5’a düştü, ama  hala, rekor bizde… Bundan sonra büyüme olacaksa, yine cari açıkla olacak. Büyümenin iç talebe dayalı karakteri değişmiyor. İç talepte ise inşaat, daha çok da konut üretimi ve satışı özel bir yer tutuyor. Bir başka deyişle, sermaye birikiminde inşaat, özellikle de farklı  sınıflara değişik özelliklerde konut üretimi ve satışı öne çıkmış durumda. Böyle olunca, konut arzı ve satışının analizi de özel bir önem kazanıyor.
***
En çok merak edilen, başta İstanbul’da (yüzde 25’e yakını) olmak üzere kentlerde hızlanan konut arzına, talep olup olmadığı, bu anlamda satılamayan konut stoklarının akibeti…TÜİK, 2009 kriz yılında 518 binde kalan daire yapım ruhsatlarının 2010’da 916 bine fırladığını, 2011’de de 646 bin olarak gerçekleştiğini bildiriyor. 2012’nin ilk yarısında da 350 bin daire için ruhsat alınmış.  Bunlar, üretim bandına konulan daire sayısını ifade ediyor. Konut satışları ise 2009’da yüksek seyrettikten sonra 2010 ve 2011’de olağanüstü değil. Sonuçta, arz ile satış arasındaki farkın 2010’da 559 bini, 2011’de 227 bini bulduğunu görüyoruz. 2012’nin ilk yarısında da ruhsat ie satışlar arasında 150 bin fark var. Yıl sonunda fark, 300 bine ulaşabilir. Elde, birikimli  satılık konut stokuile ilgili bir veri yok. Firmalar saldırganca  reklamlara yükleniyorlar. Bu da bir sıkışmışlığın ifadesi.
Kaynak:TÜİK

Konutta stokların birikmesine karşın  fiyatlarda  artışın seyri ayrıca dikkat çekicidir. TCMB verilerine göre, 2011’de yıllık yüzde 11,5 artış gösteren konut fiyatları , bu yılın Ağustos ayı itibariyle yıllık artışını yüzde 12,5’a çıkardı. Yıllık TÜFE’nin bu yıl yüzde 7’lerde seyrettiği anımsanırsa konutta fiyatların şişirildiği söylenebilir. Hele ki İzmir’de yüzde 9, Ankara’da yüzde 12’de kalan yıllık konut fiyat artışının İstanbul’da yüzde 15’i  bulması daha da dikkat çekicidr.
***
Konut fiyatlarında hem aşırı düşüş, hem aşırı çıkış, finansal istikrar açısından ciddi bir tehdit sayılır. Unutmayalım; derin bir kriz yaşayan  İrlanda, İspanya, Yunanistan’ın bankacılık sektörlerindeki sorunlar, hem konut sektörünü etkiledi, hem de konuttan etkilendi.
Konut stoklarının birikmesi ve yeterli iç talebe ulaşamaması karşısında, (çoğu AKP rejimi ile organik ilişki içinde) inşaat baronlarının büyük sorunlar yaşamaları çok muhtemel. Kimi firma açık ve örtülü bir sarsıntıyı zaten  yaşarken inişin hız kazanması, bu firmalarla kredi ilişkisi içindeki bankaların da ateş çemberine  çekilmelerini kaçınılmaz kılar .
Ancak, burada her şey bitmiyor; böylesi durumlarda yakın zamanda ve halen Avrupa’da gördüğümüz gibi, hükümet sahneye çıkıyor ve kamu kaynaklarını, zordaki firmalar için kullanmaya girişiyor. Kentsel dönüşüm isimli yağma projesi de aslında bu resmin bir parçası.
İnşaatta yaşanabilecek böyle bir serüvenin  muhtemel yol ve yöntemleri, sınırları, bütçeye ve diğer makro dengelere etkileri,  başka bir yazının konusu olsun…

AKP Rejiminin İnşaat Baronları

AKP’nin iktidara geldiği 2002 sonlarından itibaren sermaye birikiminin yükselen bir biçimde inşaat odaklı dizaynıyla beraber, birikimin aktörleri de yeni kimlikleri ile sahne aldılar. Konut, ofis,AVM, kentsel altyapı,donatı vs. biçimlerine bürünen inşaat sektörü ürünlerinin üretici aktörleri,  gayrimenkul yatırım ortaklığı, müteahhit, işletmeci, değerleme kuruluşu gibi sıfatlarla sektördeler. Bunlardan sektöre hükmedenler daha çok , gayrimenkul yatırım ortaklıkları, GYO’lar . Sayıları bugün için 24’e ulaşan, 5’i için de faaliyet izni tanınan GYO’lar , “gayrimenkullere, gayrimenkule dayalı projelere ve gayrimenkule dayalı sermaye piyasası araçlarına yatırım yapmak suretiyle faaliyet gösteren özel bir portföy yönetim şirketi” olarak tanımlanıyor. GYO’lar, inşaat projelerinin finansmanına kaynak sağlayan şirketler . GYO’lar, inşaat projelerini, borsaya yatırım yapan irili ufaklı, yerli-yabancı  yatırımcıdan,  gayrimenkul yatırım ortaklığı payları karşılığında topladıkları  paralarla finanse ediyorlar.
Yasalar, GYO’ları, görünürde “müteahhit”likten ayırıyor. Onlara, makine parkı vs. sahibi olmayı yasaklıyor. Projelerini “müteahhitlere” yaptırabilirsin, diyor. Müteahhit, görünürde GYO’nun emrinde. Tabi ki birçok GYO’ya hükmeden grubun müteahhit şirketi de var. Ya da çoğu, Ağaoğlu, GAP, Varyap gibi büyük müteahhitlik şirketleriyle birlikte çalışıyorlar.
Sayıları 2012 Kasım itibariyle 24 olan GYO’ların aktif büyüklükleri 22 milyar TL’yi, piyasa değerleri de 14 milyar TL’yi buluyor. GYO aktiflerinin üçte biri tek başına TOKİ iştiraki Emlak Konut’a ait.
AKP rejimi, inşaata dayalı birikimde en önemli katkıyı inşaatın en önemli girdisi olan arsayı temin ederek sağlıyor. TOKİ, RTE’ye doğrudan bağlı denetim dışı bir dev kuruluş olarak yeniden dizayn edilirken, kamu arsalarını bünyesinde bulunduran Arsa Ofisi, TOKİ’ye dahil edildi. Böylece sınırsız kamu arazisini kullanma yetkisi TOKİ’ye geçti. TOKİ de kah iştiraki Emlak Konut acılığıyla bu arsaları kullanıp sektöre katkı yaptı kah, arsaları ham haliyle ihaleli ya da ihalesiz inşaat baronlarına satarak onlara alan açtı.
***
Sektörü sürükleyen güç durumundaki Emlak Konut, eski Emlak Bankası’ndan miras bir kuruluş. TOKİ’nin verdiği arsaları müteahhitlerle ortak, prestijli konut yatırımında kullanıyor.  Ağaoğlu, Varyap, GAP, Aşçıoğlu gibi büyük müteahhitler, Emlak Konut üstünden TOKİ’nin en önemli partnerleri.
GYO’lar arasında aktif büyüklüğüne göre ikinci sırayı Torunlar GYO alıyor. Şirketin kurucusu Aziz Torun, RTE’nin imam hatipli arkadaşı olduğunu saklamıyor ve devasa yatırımlar yürütüyor. Ankara’nın en büyük AVM’si Ankamall’un sahibi Torunlar, şimdi Mall of İstanbul’un yapımını sürdürüyor. Arsayı  TOKİ`den aldılar. Büyük bir alışveriş merkezi ofis, rezidans ve otelden oluşan proje 350 milyon dolarlık dev bir yatırım. İmam Hatipli Aziz, Özelleştirme İ.B.’den aldığı  eski Paşabahçe rakı fabrikasına da otel yatırımı hazırlığında.
Torunlar GYO’nun yanı sıra, Zeytinburnu kuleleriyle İstanbul silüetinin canına okuyon Saf GYO, dikkat çeken bir başka yeni türeme inşaat baronlarından. Acıbadem’de Akasya yatırımı süren grup hızlı bir yükseliş halinde. Kiler, bir diğer AKP’liliği tescilli inşaat baronu.
***
İnşaatın, sermaye birikiminin başat kulvarı durumuna geçmesi ile, özellikle “İstanbul’u satmak” sloganı ile birlikte, 1970’li yılların sanayicileri inşaatçı kesildi. Bankalar, yüzlerini inşaata dönerek GYO’lar kurdu. Bunlardan İş GYO, aktif sıralamasında ilk sırayı alanlardan. İş Kuleleri, eski sanayicilerden Eczacıbaşı ile birlikte gerçekleştirilen Kanyon, Tuzla’daki Çınarlı Bahçe, portföyündeki başlıca projeler.  Yapı Kredi, Vakıf, Halk, TSKB, gayrimenkul işinden eksik olmayan diğer finans kuruluşları. Doğuş, Dinçkök ailesi(Akmerkez), Akfen, Yeşil, Nurol, Alarko, Narin (Martı), geçmişte sanayici kimlikleriyle tanınan ama , “İnşaat ya resulallah!..” furyasından geri kalmayan , bunun için de GYO’lar oluşturan diğer büyük sermaye grupları.
GYO listesinde Ağaoğlu, GAP, Varyap gibi büyük inşaat firmalarının; Zorlu, Tahincioğlu, Çiftçiler, Oyak, Eczacıbaşı, Hattat gibi sanayici-yatırımcı grupların isminin olmaması, bunların sektördeki rollerinin küçük olduğu anlamına gelmiyor elbette. Kar ve sermaye birikimi inşaatta ise, artık herkes inşaatçıdır.
Özellikle inşaatçı karakterleri eski ve başat olan gruplar, AKP ile daha yakınlaşarak daha çok TOKİ ile partnerlik ilişkisi ile büyümekteler. Sermaye Piyasası Kurulu’nun denetiminde  GYO olmanın “sıkıntısına” gelmeden alaturka büyüme tarzıyla ilerlemekteler. Bunun en çarpıcı örneği Ali Ağaoğlu’dur. Bir zamanların finans ikliminin kabına sığmaz ismi Banker Kastelli’ye benzetilen Ağaoğlu’nun, dileyelim,  sonu benzemesin !…

23 Ekim 2012 Salı

Kriz, ABD ve AB: Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Var mı ?

Ümit Akçay         
22 Ekim 2012

2008 yılında ABD konut piyasasındaki kredilerin batması ile tetiklenen ekonomik kriz, bankacılık ve finans sisteminin entegre yapısı nedeniyle hızla Avrupa piyasalarına ve dünya geneline yayılmış durumda. Ancak 2008’den günümüze kadar geçen süreci farklı aşamalarda değerlendirebiliriz. 


Krizin Aşamaları
İlki, ABD’nin en yoksul kesimlerine değişken oranlı faiz ile verilen uzun vadeli konut kredilerinin, FED tarafından faizlerin 2007’den itibaren artırılması sonrası batık hale gelmeleriydi. Bu aşamada, bankalardan borçlanan (genellikle düşük gelirli işçi sınıfı ailelerinden oluşan) geniş toplum kesimleri, artan faizler nedeniyle ödeme güçlüğü ile karşı karşıya kalıp evlerine el konması sonucu daha da yoksullaştı. 

İkinci aşamada, uzun vadeli bu ev kredilerine dayanılarak piyasaya sürülen finansal kağıtlar, dayandıkları kredilerin batması sonucunda “zehirli” hale geldi. Ardından, bu kağıtları bilançolarında bulunduran bankalar ve emeklilik şirketlerinin birer birer iflası ile karşılaştık. Bu süreç ABD merkezli olarak ortaya çıkmasına rağmen, bankacılık ve finans sisteminin yüksek oranlı uluslararası entegrasyonu nedeniyle hızla Avrupa’daki bankaların ve emeklilik şirketlerinin batmalarına neden oldu. 

Krizin derinleşmesindeki bir sonraki aşama ise, sorun yaşayan bankaların ya yeniden sermayelendirilmesi ya da doğrudan devletleştirilmesi yoluyla, özel zararların merkez bankaları yoluyla sosyalleştirilmesi, yani özel zararın topluma yayılması süreci idi. Bununla beraber, ortaya çıkan “güven” sorunu nedeniyle oluşan likidite krizini aşmak üzere, yine G-7 ülkelerinin merkez bankaları ortak hareket ederek piyasaya para pompalamaya başladı. Bunun sonucunda ise, özel zararın devletleştirilmesinden ve batan şirketlerin kurtarılmasından doğan büyük kamu açıkları nedeniyle kriz bir sonraki aşamaya, yani devlet borçlarının ödenememesi aşamasına geldi. Dolayısıyla, 2008 yılında ABD merkezli başlayan kriz, farklı aşamalardan geçerek günümüzde Avrupa’da yoğunlaştı ve devletlerin iflaslarına neden olan borç krizleri olarak ortaya çıktı.
Ancak yukarıda kısaca aktardığımız süreç, ekonomik krizin sadece tetikleyici yönünü oluşturuyor. Sürece daha genel hatlarıyla baktığımızda ekonomik krizlerin kapitalist sistemin işleyişi açısından bir bir istisnayı değil, kaideyi oluşturduğunu belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla, Marks’ın da ısrarla altını çizdiği gibi, kriz, kapitalist üretim tarzı ve sermaye birikimi açısından yapısal bir unsurdur. Marks’ın bıraktığı yerden, ekonomik krizler üzerine var olan literatür genellikle Marksist gelenek öncülüğünde geliştirilmiş ve kar oranlarının düşme eğilimi, kar sıkışması, aşırı üretim/birikim, eksik tüketim gibi sürecin farklı yönlerine işaret eden açıklama çerçeveleri ortaya konulmuştur. Burada, bu yaklaşımların detayına girmeden içinden geçmekte olduğumuz krizi  yaratan koşulların tarihsel gelişimini sermaye birikiminin ana eğilimlerine bakarak kısaca değerlendireceğiz.
Güncel Krizin Tarihsel Temelleri
Güncel krizin temelleri 1970’lerde yaşanan krizle doğrudan bağlantılı. 1970’li yıllarda kar oranlarının düşmesi sonrasında, yeniden karlılık koşullarının yaratılabilmesi için yapılan ilk iş, işçi sınıfına, örgütlülüklerine ve kazanımlarına karşı geniş çaplı bir saldırı ve geriletme kampanyasına girişilmesiydi. Bunun sonucunda 1980’li yılların başlarından itibaren özellikle ABD ve İngiltere başta olmak üzere, pek çok ülkede neoliberal programlar hayata geçirilmeye başlandı ve emek üretkenliği ile reel ücretler arasındaki makas, ilkinin lehine bir şekilde değiştirildi. Ancak gerek reel ücretlerin düşürülmesinden, gerekse dünya genelindeki kapitalist şirketler arasındaki rekabetten kaynaklanan sebeplerle, üretilenlerin satılması yani eksik talep sorunu ile karşı karşıya gelindi. Bu aşamada, kapitalist birikim sürecinin son dönemini karakterize eden bir başka önemli mekanizma, yani kredi mekanizması devreye sokularak, sosyal hakların ve reel ücretlerin gerilemesi ile düşen alım gücü, faiz oranlarının düşürülmesi yardımıyla borçlanmanın kolaylaştırılması sağlanarak, suni olarak yeniden tesis edilmeye çalışıldı. 

Bunun anlamı, özellikle işçi sınıfının ve geniş toplum kesimlerinin alım güçlerini koruyabilmek için giderek daha fazla kredi kullanmaları, yani borçlanmaları idi. Kredi, her dönemde sermaye birikiminin en önemli katalizörlerinden biri olmuştur. Kredi ilişkisi sayesinde sermaye, henüz üretilmemiş olan artı değer üzerinde dahi hak sahibi olma iddiası taşır hale gelmektedir. Bu haliyle kredi, sermayenin geleceği ipotek etmesi anlamına gelir. Ancak kredi ilişkisinin son dönemde aldığı biçim bunun da ötesine geçerek, işçi sınıfının bizzat kendisini bağlayan bir pranga haline dönüşmüş ve yüksek borçluluk, giderek geniş toplum kesimlerini pasifize eden bir mekanizma haline gelmiştir. 

Dolayısıyla, finansallaşma olarak da tanımlanan bu son dönem için belirtilmesi gereken, gelişen bu yüksek boçluluğun, doğrudan reel ücretlerin düşürülmesi ile bağlantılı olduğudur. Ancak her borç ilişkisi gibi, yaratılan tüm bu mekanizma da gayet kırılgan bir zemin üzerine inşa edilmiştir. Zaten reel ücretlerin düşürülmesi nedeniyle alım güçlüğü yaşayan geniş toplum kesimlerinin borçlarını geriye ödeyememesi, bir anda kurulan tüm bu sistemin yıkılması ile sonuçlanmıştır. Dolayısıyla, 2008 yılında açığa çıkan ve uzun vadeli ev kredilerinde yaşanan sorunların sistemin geneline yansımasıyla belirginleşen ve giderek bankaların ve sonunda da devletlerin iflaslarıyla sonuçlanan sürecin gerisinde, 1970’li yıllardaki krizden çıkış için geliştirilen sermaye stratejisinin, yani neoliberal yaklaşımın olduğunu belirtmek gerekiyor.
Kriz ve Avrupa’nın Neoliberal Dönüşümü
Özellikle 2011 yılından itibaren krizin yoğunlaştığı Avrupa coğrafyasına baktığımızda ise, buradaki sorunları daha iyi anlayabilmek için, krizin Avrupa’ya özgü açığa çıkış biçimlerine değinmek gerekiyor. Buna göre, Avrupa Birliği (AB) bir dizi yapısal eşitsizlik üzerine kurulmuştur. Genellikle şu anda krizde olan güney ülkeleri daha çok emek üretkenliklerinin görece düşük olması nedeniyle sistematik olarak dış ticaret açığı verir durumda. Bunun karşısında başta Almanya olmak üzere, bir dizi kuzey ülkesi ise yine sistematik olarak dış ticaret fazlası veriyor. Bu süreç sonucunda ise, güney ülkelerinin dış ticaret açıklarını başta kuzey ülkelerinden olmak üzere, uluslararası piyasalardan borçlanarak kapattıklarını görüyoruz. Dolayısıyla Avrupa krizinin gerisinde, öncelikle AB içi eşitsizliklerin yatmakta olduğu söylenebilir. 

Zaten sistematik olarak dış ticaret açığı veren ve bu açığını da piyasadan borçlanarak kapatan güney ülkeleri için, ABD’den ithal edilen krizin etkileri, batan bankaları devletleştirmekten doğan zararların da devletin borcuna dönüştürülmesiyle beraber giderek daha da yakıcı olarak hissedildi ve sonuçta bu ülkeler başta Yunanistan olmak üzere, borçlarını döndürememe sorunu ile yani iflasla karşı karşıya kaldılar.
Ancak özellikle AB çerçevesinde, krizden çıkış için önerilen kemer sıkma politikalarına bakıldığında ise, bu süreçte krizi, sermayenin AB genelinde daha da güçlenmesi ve neoliberalizmin derinleşmesi için bir fırsata çeviren Alman sermayesini görmekteyiz. Buna göre Alman sermayesi, krizle beraber özellikle 2000’li yıllarda yine Alman işçi sınıfını denetim altına alarak kurduğu yeni “Alman modeli” çerçevesinde tüm Avrupa’yı dönüştürme projesini devreye sokmuştur. Bu modelin temeli, işçi sınıfının gücünün geriletilmesine, reel ücretlerin baskılanmasına, çalışanların sosyal haklarının geriletilmesine, esnek çalışma uygulamalarının emek piyasasında ana norm haline getirilmesine ve bu yollarla uluslararası “rekabet gücünün” yeniden tesis edilmesine dayanmaktadır. 

Bu bağlamda, krizdeki ülkelere “Alman modeli” çerçevesinde önerilen, ülkelerindeki çalışma hayatını sermaye lehine yeniden düzenlenmesi ve eğitim, sağlık, emeklilik ve sosyal harcamalar gibi kalemlerden kısılarak kamu borcunun daraltılması ve bu yolla da, uluslararası alanda “rekabetçi” hale gelerek dış ticaret açıklarının kapatılmasıdır. Son olarak, krizdeki ülkeler, var olan dış ticaret açıklarını ve borçlarını azaltmak ve en azından bir süre kazanmak için devalüasyon yoluna, Avrupa parasal alanı içerisinde oldukları, yani kendi basmadıkları bir parayı ulusal para birimi haline getirdikleri için gidememektedir.
Krizin Geleceği
Yukarıda ana hatlarıyla ifade ettiğimiz gibi bugün krizden çıkış için önerilen politikalar, bizzat krizin nedeni. Dolayısıyla, kısa vadede krizden “çıkıştan” çok, ekonomik krizin daha da derinleşmesi ve zaten pek çok Avrupa ülkesinin çoktan girdiği resesyonun daha da genişlemesi gündemde. Ancak krizin bundan sonrasının nasıl şekilleneceği, genel olarak sınıf mücadelesinin alacağı biçimlere ve özel olarak da işçi sınıfının krizin faturasını kendisine ödetmeyi amaçlayan sermaye programlarına direnebilme kapasitesine bağlı. Her ne kadar şimdiye dek, herhangi bir ülkede net bir şekilde daraltıcı programın geriletilmesi sağlanamasa da, bu programlara karşı olan direnişin giderek daha da geniş kitleleri içerecek şekilde genişlemesi, krizin geleceğinin AB Merkez Bankası koridorları kadar, Yunanistan, İspanya, Portekiz ve İtalya meydanlarında belirleneceğine işaret ediyor. Bu anlamıyla denilebilir ki, tarih bir kez daha Avrupa sokaklarında yazılacak.
Kaynak: http://kriznotlari.blogspot.com/2012/10/kriz-abd-ve-ab-bat-cephesinde-yeni-bir.html

22 Ekim 2012 Pazartesi

‘Krize Karşı İnşaat’: Nereye Kadar?(2)

Mustafa Sönmez
20 Ekim 2012

Özellikle AKP iktidarına denk gelen yıllarda, Türkiye’de sermaye birikiminin ana rüzgarı inşaat sektörünün bundan sonrasında da sürükleyici bir aktör yapılmak istendiğini, bunun için de “Deprem” gerekçeli “Kentsel Dönüşüm” düzenlemesinin icat edildiğini biliyoruz. Hedeflenen , yılda 350 bin konutluk bir ek talep yaratmak…
Farklı kalitelerdeki bu konutların nasıl üretileceği,dahası iç ve dış talebin nasıl yaratılacağı sorusu yanıt bulmalıdır. Üretim için en önemli girdi olan arsayı AKP rejimi “Ekonomi dışı zor”a başvurarak sağlamayı taahhüt ediyor. Her tür kamu arsasına el koymanın yetkisi, ilgili bakanlığa verilmiş zaten. Bunların arasında rantı çok yüksek askeri alanlar da var, kent merkezlerindeki okul,hastane gibi kamu binaları, hatta tarımsal alanlar,ormanlar bile…Dahası, proje bütünlüğünü sağlamak iddiasıyla, hiç risk taşımayan binalar da dönüşüm adası içindeyse yıkılıp arsası kullanılabilecek.
Operasyonun ihtiyaç duyacağı sermayeyi, bir yandan TOKİ başka kamu arsalarının doğrudan,dolaylı satışı ile sağlıyor.Buna 2B satışından elde edilecek kaynaklar eklenecek. Ama yine de bu proje, dönüp dolaşıp merkezi bütçeyi tırtıklayacak, açığını büyütecek. Ama asıl kaynağın, dışarıdan temini umuluyor. 320 milyar doları geçen dış borç stokunun üçte ikisi özel kesimin ve bunların içinde de inşaat-gayrimenkul sektörü başı çekiyor. Bu, dışarıdan borçlanmanın devam edeceği anlamını taşıyor. Ama daha önemlisi bu konutların satışı,pazarlanması ve paraya tahvilidir.Bu nasıl olacak?
***
Kentsel dönüşüm, riskli konutların sahiplerini, konutlarını yenilemeye mecbur tutuyor.Bu, kapitalizm öncesine ait despotik bir kavramı, “Ekonomi dışı zor”a denk düşen bir düzenleme. Borçlanamayacak durumda olanların ise, eline üç-beş kuruş tutuşturularak konutsuz, barınaksız bırakılması, mülksüzleştirilmesi  gündemde.
Krize karşı inşaatın etkili olabilmesi, esasta,iç talebe bağlı, ama orada da aile borçlanması, kapasitesinin sınırına gelmiş durumda.  2010 ve 2011’in yüzde 9 puanlık  büyümesine ortalama 5 puan katkıda bulunan hanehalkı harcamaları, 2012’nin ilk yarısında bıçak gibi kesildi, yüzde 0,2 azaldı. Ailelerin tüketici kredisi, kredi kartı kullanımı ve diğer yollarla  borçlanmalarının toplamı 300 milyar TL’ye yaklaşıyor. Bu, hane gelirlerinin yüzde 55-60’ı demek. TÜİK anketleri ailelerin yüzde 62’sinin borçlu olduğunu ve bunların önemli bir kısmının da borç yükümlülüklerinde zorlandığını ortaya koyuyor.
***
İnşaat üstünden birikimde dış talebe de umut bağlanmış, ama eldeki veriler pek umut vermiyor. Yıllık ihracatı 150 milyar doları bulan Türkiye’de dışarıya gayrimenkul satışları, bu yılın ilk 8 ayında 1,5 milyar doları ancak buldu. Ama pes edilmiş değil. Yakınlarda yer alan bir haberde şöyle deniyordu;
Türkiye’nin önde gelen gayrimenkul grupları Şubat 2013’te 192 metre uzunluğundaki gemiyle Körfez seferi yapacak. Gemide proje maketleri yer alacak. 10 günlük Dubai, Katar, Bahreyn, Suudi Arabistan ve Kuveyt turunda milyar dolarlık satış beklentisi var” Umut, sadece fakirin değil,zenginin de ekmeği!…
Sonuç olarak, dünya ekonomisinin pek umut vermediği önümüzdeki yıllarda ihracat iddiasında ısrar etmeyen Türkiye kapitalizmi, umudunu iç pazara,daha çok da inşaata,zorunlu konut yenilemeye bağlamış durumda. Ne var ki, burada iç talep,hanelerin borçlanarak ya da gönüllü borçlanmayla konuta talepleri,umulanı karşılamaya yeterli görünmüyor.Bunda da ülkede işi olanın geleceğe güven duymaması, işini her an kaybetme kaygısı olması, gelirin insafsızca adaletsiz bölüşümü en önemli etken. Bu da inşaatın, ne yapılırsa yapılsın,  uzun vadede bir kurtarıcı olmasına imkan vermeyeceğini gösteriyor. Ama yine de köşeye sıkışan AKP rejimi ve sermayedarları kamu arsalarını, kentin dokusunu yağmalayabilecekleri kadar yağmalamaktan geri durmayacaklar. Zaman, kentine ve kendine sahip çıkmanın zamanı…

Kaynak:http://mustafasonmez.net/?p=2474

‘Krize Karşı İnşaat’: Nereye Kadar ?(1)

Mustafa Sönmez
19 Ekim 2012

AKP rejiminde sermaye birikimi sürecine damgasını vuran sektörün inşaat olduğu malum. İnşaatın başaktör olarak sahne alması 2001 krizi sonrası oldu. 2001 krizi öncesi , devasa açıkları olan kamuyu fonlayarak yüksek faizler elde eden para sermaye sahipleri için,  yaşanan ağır transformasyon sonrası fahiş faiz iklimi de son buldu. 2002 sonrasında iç tüketim, iç tüketimde de inşaat üstünden birikim devri açıldı.  Kamuya borç veren bankalar artık yüzlerini tüketici kredisine döneceklerdi. Konut kredisi için kampanyalar hızlanacaktı. AKP iktidarı büyük bir cinlikle Arsa Ofisi’ni RTE’ye doğrudan bağlı TOKİ’ye bağlayınca inşaatta “yürü ya kulum” dönemi de açılmış oldu. Bütçeden tek kuruş harcamadan kamu arsalarını bir tür sermaye gibi kullanan TOKİ modeli ile 10 yıl içinde 500 binin üzerinde konut inşa ettirildi. AKP yetiştirmesi, payandası irili ufaklı burjuvazinin yanında, geçmişin büyük sanayicileri,hatta finansçıları hepten inşaatçı kesildi, inşattan beslenmeye başladı.
***
İnşaatın, özelikle de konut üretiminin, yeni dönemin birikim modelinin baş aktörü durumuna getirilmesi. 1980 öncesi birikim rejiminden farklı bir şey. İKSV Tasarım Bienali kapsamında 15 Ekim Salı günü Büyükdere Koleksiyon’da bir konuşma yapan Prof.Dr.İlhan Tekeli Hoca, “Kentsel dönüşümün neden vakti geldi?” sorusunu sorduktan sonra şunu söylüyordu;
“ 1960’lı yıllarda Türkiye planlı ekonomiye girdiğinde, konut harcamaları bir yatırım konusu olarak ele alınıyordu. Ülkenin kalkınmasında kapital en önemli kıt faktör olarak görülüyordu. Türkiye de zaten düşük olan kapital birikimi içinde yatırımlarını olabildiğince sanayiye ayırmaya çalışıyordu. Bu durumda Türkiye’nin hızlı sanayileşmesinin yolu şehirleşmeye ve konuta ayrılan kapitalin en aza indirilmesi gerekiyordu. (…)Günümüzde ise konuta bir yatırım olmaktan çok tüketimi çoğaltılarak ekonomiyi canlandırmakta yararlanılabilecek bir dayanıklı tüketim malı olarak yaklaşılıyordu. Genellikle konutun 135 farklı sektörle ilişkisi olduğu söylenerek, ekonominin krize düştüğü dönemlerde ekonomiyi canlandırmak için konut harcamalarının artırılması teşvik edilmektedir.” 
Milli gelire katkı açısından “inşaat”ın kendi başına belirleyici bir büyüklüğü olmayabilir ama inşaat, diğer sektörleri sürükleyen bir faaliyet . İnşaata kazma vurulunca inşaat malzemesi üreten çimento,cam,tuğla,seramik,boya,demir-çelik,ahşap vb. sektörlerin tümünün çarkları dönmeye başlar. Bankaların kredi çarkı dönmeye başlar. Uluslararası fonlara gün doğar. Binaların bitişiyle içinin donanımı beyaz eşya,otomotiv sanayiine alan açar.Konutların pazarlanması emlak pazarlama sektörüne, pazarlama, ilanlar yoluyla medyaya alan açar…Bu böyle zincirleme birçok sektörü tetikler. Ama bütün bu faaliyetlerin ana karakteri, bir meta olarak konutun  ağırlıkla “iç pazara” dönük bir üretim olmasıdır. İhracının yani, dışarıdan, dövizle alıcısının sınırlı kalmasıdır.En azından Türkiye şartlarında bu böyledir.
***
İnşaatın “iç pazara dönük” karakterinin tamamlayıcısı, “ithalata” bağımlılığı. Bir tek arsa girdisi yerli sayılabilecek inşaatta, çimento bile ithal enerji kullanıcısı olarak döviz harcayan bir sektör. Düşük kurun kamçıladığı ithalat, inşaatta da birçok yapı malzemesini,aksamı,makina-teçhizatı ithalat yoluya karşılıyor. Geleneksel müteahhitlikten Gayrimenkul Yatırım Ortaklıkları’na geçiş yapan inşaat firma grupları, en büyük ithalatçı olmanın yanında en büyük borçlanıcı,yani dış kaynak kullanıcıları, aynı zamanda. Bugün 350 milyar dolara yaklaşan Türkiye’nin dış borç stokunda üçte ikilik pay özel sektöre ait iken en büyük özel sektör borçlularının ise inşaat-gayrimenkul sektöründe faal firmalar olduğu  görülüyor.
Özetle, “İnşaat ya Resulullah!” diyerek son 10 yılı inşaat odaklı birikim ile geçiren –İslamcısı, TÜSİAD’cısı ile- Türkiye burjuvazisi, gelecekte de inşaattan, özellikle “Kentsel Dönüşüm” adıyla cilalanan yeni sürece dört elle sarılmış durumda.  Geçtiğimiz gün medyada yer alan bir haber, bu hissiyatın tercümanı sayılmalı. Haber şöyleydi; TÜGİAD Ankara Başkanı Barış Aydın, Bu tür ortamlarda daha önce olduğu gibi bu kez de inşaat sektörüne sarılmak, ülke kalkınması için atılan adımlar, yapılan yatırımların durmaması gerekiyor. 50’yi aşkın sanayi kolu 350’ye yakın alt sektörü besleyen inşaat sektörü Türkiye’nin son yıllarda ilgiyle izlenen gelişimini devam ettirir.Bu bağlamda kentsel dönüşüm projeleri aslında çok büyük bir şans. Türkiye’yi modern görünüme kavuşturacağı gibi afetlerden koruyacak, insanca yaşama fırsatı sunacak kentsel dönüşüm ülkeyi şantiye alanına çevirip çarkın dönmesini sağlayacak.”
***
İstanbul ve çevre illeri 1999 yılında çok önemli bir depreme maruz kaldılar. Bir deprem ülkesi olan Türkiye’de , felaketin, afetin, bir çok hukuksuzluğa ve barbarlığa gerekçe yapıldığını biliyoruz. Yaşam hakkını gerçekleştirmek için yaşadığımız konutların depreme dayanıklı hale getirilmesine kim karşı çıkabilir? Betondan birikimi sürdürmenin yeni aşaması sayılan “Kentsel Dönüşüm”e de, afete karşı olmak gerekçesinin , soyguna meşrutiyet kazandırmak için tepe tepe kullanıldığının hergün birçok örneğine rastlıyoruz. TÜGİAD’cı işadamının demeci de buna güzel bir örnek işte.
Afete karşı önlem hikaye, kar ve sermaye birikimi gerçektir…Ancak burada da deniz sonsuz değildir. Gidilecek yol, hele bugünün Türkiye şartlarında oldukça sınırlıdır. İnşaat ipi, yılları taşıyacak , sermayeyi kuyudan çekip çıkaracak kadar güçlü değildir, hatta boyuna,ayağa dolanması işten bile değildir. Bunun neden böyle olduğuna yarın devam edeceğim…

Kaynak:  http://mustafasonmez.net/?p=2471

19 Ekim 2012 Cuma

Büyükşehir Tasarısı ve Kent Hakkı

İl belediyeleri büyükşehir olmak istiyor. Kendi belediyeleri açısından son derece haklıdırlar. Ancak konuya daha yukarıdan, Türkiye geneli için baktığımızda tasarının son derece sorunlu olduğunu görüyoruz.


                                                                                                                                    Bülent Duru
18 Ekim 2012, Perşembe 
 


Yerel yönetim sistemini kökten değiştirecek büyükşehir yasa tasarısı sessiz sedasız Meclis'ten geçecek gibi görünüyor. Tasarıya fazla ses çıkarılmamasının, yoğun karşı çıkışların olmamasının bir nedeni AKP'nin gücü karşısında artık yapabilecek bir şeyin olmadığı düşüncesinin yaygınlaşmasıysa, bir diğer nedeni de 13 ilde büyükşehir belediyesi kurulmasının kamuoyunda olumlu bir gelişme olarak karşılanması olabilir.
AKP yetkilileri, bu tasarıyla yerel yönetimlerin yetkilerinin artırıldığını ve AB'ye daha da yaklaşıldığını düşünüyor. Örneğin, AKP'nin Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Menderes Türel Radikal'deki röportajında şunları söylemiş:
"Biz yerindenlik ilkesi çerçevesine dayalı bir kanun düzenledik. Bırakın merkezileştirmeyi, aksine yerel yönetimin yetkileri burada arttırılıyor. Dolayısıyla yerindenlik dediğimiz, Avrupa Konseyi'nde 1989 senesinde imza attığımız yerel yönetim özerklik şartnamesi gereğince yapılması gerekenleri daha yeni yapabiliyoruz. Burada zaten önemli olan Ankara ile olan ilişkilerin daha da azaltılması ve meselelerin yerinde çözülmesi ve hızlı hizmet." (Radikal, 16 Ekim 2012)
Acaba yukarıda yazılanlar doğru mu, bu proje gerçekten yerelleşmeyi mi savunuyor?
Bunu anlamak için tasarıya şöyle bir göz atmak yeterli. Yaklaşık 80 sayfadan oluşan metnin 60 sayfası kapanan belediye ve köylerin listesine, geri kalanı da yeni düzenlemenin ayrıntılarına ayrılmış. Yani yerelleşmeyi güçlendireceği iddiasıyla hazırlanan tasarının büyük bölümünü yerel yönetim birimlerinin kapatılmasına ilişkin hükümler oluşturuyor.

Kent hakkı ile büyükşehir tasarısının ilgisi nedir?

Kent hakkını ilk olarak 1968 yılındaki aynı adlı kitabıyla Henri Lefebvre gündeme getirmişti. Kavramın Türkiye'de popüler hale gelmesinde ise David Harvey'in 2008 yılında yine aynı adlı bir makale yayınlaması ve geçtiğimiz aylarda İstanbul ve Ankara'da konferanslar vermesi etkili oldu.
Kavram, kısaca Murray Bookchin'in günümüz yerleşimleri için kullandığı "kentsiz kentleşme" deyişi ile aynı sorunlara göndermede bulunuyor: Kapitalizm ve küreselleşme koşullarında bireyin kentsel yaşamdan dışlanmasına, kentin biçimlenmesinde edilgen bir öğe haline gelmesine kısaca kentin yönetimindeki etkisinin yok olmasına...
Harvey kent hakkını şöyle formüle etmiş: "Kent hakkı, kent kaynaklarına ulaşma bireysel özgürlüğünden çok öte bir şeydir: Kenti değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır. Bireyselden çok ortak bir haktır."[1]
İşte büyükşehir tasarısı "kent hakkı"nın gerçekleştirilmesinin önünde bir engeldir. Çünkü:
- Ülkedeki yerel yönetimlerin yaklaşık yarısının tüzel kişiliğine son verilmesi, halkın yönetime katılım kanallarından birinin önünü kapamak anlamına gelmektedir;
- Sınırları ilin tamamını kaplayacak yeni büyükşehirlerin yönetimine halkın katılımını sağlamak imkânsızdır.
Yönetim birimi ne kadar büyürse, sınırları ne kadar genişlerse yurttaşların kent yönetimine etkide bulunmaları da o kadar zorlaşacaktır. Milyonluk bir kentte, örneğin Ankara'da, hemşehrilerin yönetime katılmaları yalnızca otobüslerin rengini belirlemek için yapılan ankete oy vermekten ibarettir; otobüsün hangi firmadan alınacağı, güzergâhı ya da en önemlisi onun yerine başka bir şey isteyip istemediği sorulmaz.

Büyükşehir tasarısında sorunlu noktalar

Bugün Türkiye'de il belediyeleri, hem yetkileri, hem gelirleri hem de statüleri yükseleceği için büyükşehir olmak istiyor. Kendi belediyeleri açısından baktıklarında bunda da son derece haklıdırlar; buna diyecek bir şey yok. Ancak konuya daha yukarıdan, Türkiye geneli için baktığımızda tasarının son derece sorunlu olduğunu görüyoruz:
- Tasarı hazırlık sürecinin demokratikliği
Taslak için söylenebilecek ilk şey birdenbire gündeme getirilmesidir. Konu yeterince tartışılmadan, kamuoyunun, uzmanların, sivil toplum örgütlerinin görüşlerine başvurulmadan oluşturulmuştur.
Tasarının parti içinde bile ne kadar benimsendiği açık değildir. İllerdeki belediye başkanlarının durumdan hoşnut olduklarını tahmin edebiliyoruz; acaba kapatılacak il özel idaresi, belediye ve köylerdeki AKP'li yerel siyasetçiler ne düşünüyorlar?
- Avrupa yerel özerklik şartına aykırılığı
Tasarı ile 29 il özel idaresi, 1591 belde belediyesi ve 16.082 köyün tüzelkişiliği kaldırılmakta, başka bir anlatımla il özel idarelerinin yüzde 36'sı, belediyelerin yüzde 53'ü, köylerin yüzde 47'si yerel halka sorulmadan yok edilmektedir.
Bir yerel yönetim biriminin sınırlarının orada yaşayan halkın görüşüne başvurulmadan değiştirilmesi katılım ilkesinin ihlali anlamına gelecektir. Bu durum, kendi yasal düzenlemelerimize uygun olsa bile, altında imzamızın bulunduğu Avrupa Yerel Özerklik Şartı'na aykırılık oluşturmaktadır.
Şart'ın "Yerel Yönetim Sınırlarının Korunması" başlığını taşıyan 5. maddesinde konu "Yerel yönetimlerin sınırlarında, mevzuatın elverdiği durumlarda ve mümkünse bir referandum yoluyla ilgili yerel topluluklara önceden danışılmadan değişiklik yapılamaz." sözleriyle, herhangi bir duraksamaya yer vermeyecek biçimde düzenlenmiştir.
- Büyükşehir tanımının nesnelliği
Yeni il belediyelerinin büyükşehir olması için Büyükşehir Belediye Kanunu'ndaki 750 bin nüfus ölçütünün tutturulması gerekiyordu. Yasal değişiklikle söz konusu rakam düşürülebilirdi. Ancak bu yola girilmemiş, seçilen bazı illerde söz konusu limitin il sınırları içindeki nüfusta geçerli olması koşulu getirilmiştir.
Büyükşehirleşme konusu akademik açıdan desteklenmediği, siyasal-ekonomik kaygılara göre günü birlik kararlarla yürütüldüğü için örneğin AKP içinde bile "Kütahya ve Uşak'ın birleştirilerek il yapılması" gibi garip önerilerde bulunulabiliyor. (Sabah, 4 Ekim 2012)
- Bütünşehir modelinin kırsal alanlar için uygunluğu
Belediye sınırlarının il sınırlarına kadar genişletilmesini anlatan "bütünşehir" uygulaması yalnızca İstanbul ve İzmit gibi kırsal alanlara sahip olmayan metropol bölgeler için uygun olabilir. Oysa yeni büyükşehir yapılacak 13 ilde kırsal alanlar çok geniş yerleri işgal ediyorlar.
Örneğin Muğla'da belde ve köylerin nüfusu, il ve ilçe merkezinden daha fazla durumda.
- Yerel düzeyde merkezileşme
AKP, iktidara geldiğinde AB sürecinin de zorlamasıyla her alanda yerelleşmeyi savunuyordu. Oysa aradan geçen zamanda görüyoruz ki, yerel yönetimlerle, kentsel yaşamla ilgili her alanda artık yerelleşme değil, merkezileşmeye doğru bir gidiş var.
Büyükşehir kurmaya ilişkin yeni tasarı her ne kadar -büyükşehirlerin sayısını artırdığı için- yerelleşme yönünde bir adım olarak değerlendirilebilse de gerçekte yapılan il içindeki yetkileri büyükşehire devretmek, bir anlamda yerel düzeyde merkezileşmeyi gerçekleştirmektir.
Merkezdeki belediyenin kilometrelerce ötedeki bir köye ya da belediyeye nasıl hizmet götüreceği belli değildir. Küçük belediye ve köyler halkın yerel ihtiyaçlarının karşılandığı, gündelik yaşam sorunlarının giderildiği birimlerdir; büyük, merkezi, bürokratik yönetimler yerel halkın yaşamsal beklentilerini karşılayamazlar.
- Merkezdeki belediyenin diğerlerine hükmetmesi
Bazı illerde, kimi yerleşim yerlerinin nüfusu ildeki belediyenin nüfusuna yakın ya da ondan büyük olabilmektedir. Örneğin Muğla ilinde Fethiye, Muğla merkezden daha büyüktür. Tasarı yasalaşırsa Fethiye Belediyesi'nin imar yetkilerinin önemli bir bölümü Muğla Belediyesi'ne devredilecektir. Buna benzer biçimde Mardin'de Kızıltepe ve Nusaybin, Mardin kent merkezinden daha büyüktür.
- İl özel idarelerinin durumu
29 ilde il özel idareleri ortadan kaldırılacaktır. Kuşkusuz, il özel idarelerinin varlık nedenleri sorgulanabilir, yetkileri başka kurumlara devredilebilir. Ancak kamuoyunda yeterince tartışılmadan, araştırma yapılmadan kırsal kesimden bu yerel birimleri uzaklaştırmak ne ölçüde doğrudur?
Yerelleşmeyi sağlamak için böyle bir yöntem izlendiği söyleniyor. O zaman da İl özel İdaresi'nin yerine kurulacak "Yatırım İzleme ve Koordinasyon Merkezi"nin neden merkeze, hatta Başbakana bağlı hale getirildiğini sormak gerekir. Genel bütçe vergi gelirlerinin %0.25'inin aktarılacağı bu merkezlerin bütçesinin onayını doğrudan doğruya Başbakan yapacaktır. Eğer başkanlık sistemine geçmeye hazırlık değilse, yeni bir tür merkezileştirmedir bu.
- Köylerin ortadan kalkması
Bu uygulamayla, Türkiye'nin en eski yerel yönetim birimlerinden, yaklaşık 200 yıllık bir geleneği temsil eden köylerin yaklaşık yarısı, 16 bini, ortadan kaldırılmaktadır.
Bir mahalle olarak yakınlarındaki belediyeye bağlanacak olan köylerin orta mallarının, meralarının, ormanlarının nasıl korunacağı kuşkuludur. Her ne kadar tasarıda geçiş dönemine ilişkin hükümler olsa da gelecekte ne olacağı belli değildir. Biliyorsunuz hükümet yetkilileri afet durumunda mera ve ormanlardan da yararlanılacağını söylemişlerdi.
Kaldırılan köylere orman köyleri de dahildir; İstanbul ve Kocaeli'ndeki orman köyleri de bu düzenlemeyle tüzel kişiliklerinden edilmektedir. Söz konusu hükümlerin Anayasanın ormanların ve orman köylüsünün korunmasına ilişkin 169 ve 170. maddeleri karşısındaki konumu tartışmalıdır.
Yıllardan beri sürüncemede kalan Köy Kanunu tasarısı üzerinde bugüne kadar yapılan çalışmalar anlamsızlaşacaktır.
Küçük bir hatırlatma, Hatay'da daha çok Ermeni yurttaşların yaşadığı Vakıflı Köyü'nün de tüzel kişiliğine son verilecektir.
- Tarım ve hayvancılığın tehlikeye girmesi
Bir başka sorun alanını, geçimini tarım ve hayvancılıktan sağlayan köylülerin, artık belediyenin bir mahallesinde yaşıyor yani kentli sayılıyor olması oluşturmaktadır. Öteden beri tarlasında ekimini yapan, ahırda ineklerini besleyen köylüler, bir anda belediyenin kurallarına tabi tutulduklarını, yani artık tarım ve hayvancılıkla ilgilenemeyeceklerini öğrenmektedirler. Her ne kadar, şimdiki geçiş döneminde bu durumdan kaynaklanacak olası sorunların önüne geçmek için söz konusu etkinliklerin sürdürülmesine belediye tarafından izin verilse de, yakın bir gelecekte tarım ve hayvancılığın yürütülmesinin giderek zorlaşacağı açıktır.
- Toprak rantına göz dikilmesi
Kırsal yerleşim yerlerinin bir günde kentsel kurallara tabii tutulması tarım ve hayvancılık faaliyetlerini olumsuz yönde etkilediği gibi, toprak rantının paylaşımında çatışmalar yaratacaktır. Bugün üzerinde ekim yapılan tarım topraklarının kısa bir süre sonra imara açılması şaşırtıcı olmayacaktır. Bir günlük kararla arazilerin arsa haline gelmesiyle, kırsal kesimdeki toprak rantının denetimi büyükşehir belediyesine geçecektir.
- Köylüye kentsel yükümlülükler getirilmesi
Kırsal yerleşim yerlerinin büyükşehir sınırlarına katılması, bir başka deyişle köylük yerlerin kentsel yönetim mekanizmaları içine alınmasının bir başka etkisi, köylülerin artık emlak vergisi, su parası gibi birtakım yeni kentsel yükümlülükler altına girmesi olacaktır.
- Kürt sorunu ve bitmeyen yerel yönetim reformu
Yaklaşık on yıldan beri sürekli yerel yönetimlerle ilgili bir yasa çıkarılıyor. Köy Kanunu, İmar Kanunu tasarıları da yıllardan beri sırada bekliyor; şimdi eldeki metinler tekrar düzenlenmek zorunda kalacak.
Sistem bir bütünlük içinde değil, günü birlik ihtiyaçların etkisi altında biçimleniyor. Örneğin Kürt sorununun çözümünde yerel yönetimleri düzenlemenin en önemli araçlardan biri olacağı kuşkusuz; sorunun ileride daha da ağırlaşacağı ve yerel yönetimler üzerinde yeniden değişiklik gerektireceği de açık. Daha şimdiden bu araçla oynamaya başlamak ilerideki daha köklü düzenlemelerde zorluk çıkarabilir.

Sonuç:  Her yer büyükşehir mi?

Yerel yönetimleri güçlendirmek, il belediyelerinin gelir ve yetkilerini artırmak için buraları büyükşehir ilan etmek tek çözüm yolu değildir; bunu başka biçimlerde gerçekleştirmek mümkündür.
Türkiye nüfusunun yaklaşık 56 milyonu büyükşehir sistemi içine alınacaksa bu kez de Ankara, İstanbul, İzmir gibi gerçekten büyük olan kentler için başka bir düzenlemeye mi gidilecektir?
Yerel yönetimler, tek bir güç merkezinden, günü birlik ani kararlarla değiştirilemeyecek kadar önemli organlardır; konuyla ilgili düzenlemelerin bütün siyasal partileri, uzmanları, demokratik kitle örgütlerini, kısaca toplumun bütün kesimlerini içerecek biçimde yapılması gerekir. (BD/HK)

* Bülent Duru, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi
[1] David Harvey, "Kent Hakkı", Çev. Meriç Kırmızı, www.sendika.org ("The Right to the City," New Left Review 53, Eylül-Ekim 2008, s. 23-40. )

Kaynak: http://bianet.org/bianet/kent/141531-buyuksehir-tasarisi-ve-kent-hakki

20 Eylül 2012 Perşembe

David Harvey ile "Asi Kentler" üzerine

Critical Mass isimli bisikletli hareketinin kurucularından Chris Carlsson, tanınmış antropoloji profesörü David Harvey ile son kitabı "Asi Kentler" üzerine e-posta yoluyla bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşide, Harvey'in özellikle âdemi merkeziyetçiliğe yönelik eleştirileri öne çıkıyor.

Chris Carlsson: “Asi Kentler”i kimin için yazdınız?


David Harvey: Hedefim, maruz kaldıkları kent yaşamının niteliklerine ve siyasi ve ekonomik iktidarın, insanların ihtiyaçlarını tatmin etmek yerine kendi arzu ve ihtiyaçları doğrultusunda (kâr ve sermaye birikimi için) şehirler inşa etmeye dair hegemonik bir hak iddiasında olma yöntemi göz önünde tutulursa, ortaya çıkan sınırlı seçeneklere dair ciddi soruları olan herkes için bir kitap yazmaktı.


Bunu yaparak, başvurduğum kuramsal çerçevenin niteliğine dair belirtiler sağlamak istedim ve bu sebeple görünüşte soyut (çoğu kez Marksist, ancak sadece öyle olmayan) kavramlar kullanıyorum. Ancak hedefim, bu kavramları herkesin kavrayabileceği bir yöntemle kullanmak (tabii ki her zaman başarılı değilim). Zira umuyorum ki, insanlar kullandığım çerçevenin türüne dair daha derin bilgi arayışına ilgili hale gelebilirler. Örneğin “Rant Sanatı”nda (Tam ismi “Rant Sanatı: Küreselleşme, Tekel ve Kültürün Metalaştırılması” olan, 2001 yılında yayımlanan Sermayenin Mekânları: Eleştirel Bir Coğrafyaya Doğru kitabının bir bölümünü oluşturan David Harvey makalesi; ç.n.) görünüşte esrarlı bir kavram olan “tekelci rant”ı kullandım, ancak bölümün sonunda insanların kavramın ne anlama gelebileceğini çok iyi anlayacaklarını ve rekabeti işleyişinin temeli olarak öven bir toplumun, tekel gücünü her ne şekilde olursa olsun güvence altına almak amacıyla her çareye başvuracak olan kapitalistlerce nasıl nüfuslandırıldığına ve onların söz konusu tekel gücüne başvurarak hak edilmemiş ranta nasıl el koyduklarına şaşıracaklarını umuyorum.


İnsanlar benim çerçeveme dair daha kapsamlı bir kavrayış isterlerse, kedi kitaplarım olan Sermaye Muamması ve Neoliberalizmin Kısa Tarihi, web sayfamdaki dersler gibi birçok kaynağı kullanabilirler. Buna karşın umuyorum ki Asi Kentler, öncelikle tüm bu materyallere göz atılmayacak kadar anlaşılırdır. Bana göre zamanımızdaki antikapitalist toplumsal hareketler için en büyük problemlerden biri olup bitenin dinamiklerine dair üzerinde uzlaşılmış bir çerçeveden yoksunluk; eğer aktivistleri yaptıkları şeye ve bunu yaptıkları genel duruma (ve değişik mücadelelerin birbirleriyle nasıl ilişkileneceklerine) dair daha kapsamlı düşünmeye bir şekilde teşvik edebilirsem çok mutlu olacağım.


Chris Carlsson: Şöyle yazmıştınız: “Kapitalist yaratıcı yıkımın kaotik işleyişleri, besbelli ki kolektif solu kitlesel protesto hareketlerinin dönemsel kabarışları sırasında bile enerjik fakat parçalanmış uyumsuzluğa düşürmekte… kapitalist değer yasasından daha radikal bir kopuşa ulaşmak için objektif koşulların vakti geldi de geçiyor bile diye düşünüyorum.”


Birçok insan için “kapitalist değer yasası”nı hedeflemek aşırı soyut. Bunu, insanların günlük hayatlarında görebilecekleri ve hissedebilecekleri kavramlarla başka bir şekilde ifade edebilir misiniz?


David Harvey: “Kapitalist değer yasası” tabirini “küresel rekabet şartlarında kârın maksimizasyonu” tabiriyle değiştirebilirim ve o durumda 1980’lerden itibaren şehirden şehre, sadece Kuzey Amerika’da değil, Avrupa’da ve başka yerlerdeki (örneğin Mumbai ve Kuzey Çin) sanayisizleştirme (yaratımdan çok yıkım) şeklindeki tahrip edici tarihine işaret edebilirim.


Ancak sermayenin değer biçtiği şeyin ne olduğu ve başka türlü bir toplumda bunların yerine geçebilecek değerlere dair diğer düşünme yöntemlerinin bununla ne kadar kökten çeliştiğine dair soruya neden olmak için “değer” kavramını çok açık bir şekilde kullanmak istedim. Bain Capital’in (ABD’nin Cumhuriyetçi Başkan Adayı Mitt Romney’in sahibi olduğu sermaye şirketi; ç.n.) faaliyetini dirilten kapitalist değer yasasıdır ve değer sisteminin insanoğlunun özgürleşmesine ve iyiliğine son derece karşı olduğunu, sermayenin özümsediği ve uyguladığı, yolunun üzerinde duran tüm diğer değerleri ezen kendine özgü bir “değer yasası” olduğunu görmeliyiz.


Sermayenin özümsediği değerler insanın iyiliğine katkıda bulunmaz ve gerçekten de varlığımızı sürdürmemizi tehdit edebilir. Daha çok insan sermayenin değer sisteminin farkında hale geldikçe buna karşı “bizim” alternatif değerlerimizi daha fazla harekete geçirebiliriz. Kapitalizme karşı mücadeleyi değerler üzerine bir mücadele olarak görmek çok önemlidir. Bu, çeşitli zamanlarda, içtenlikle antikapitalist olan bir kurtuluş teolojisine can vermiştir. Sermaye sınıfının, eylemlerine can veren özgün “değer yasası”ndan bahsetmek ya da bunu kabul etmek istememesi bundandır. Sermayenin savunucuları, kapitalizmin aileleri parçalayan politikaları desteklemesine karşın kendilerinin ailevi değerlere uygun olduğunu iddia ederler. Özgürlükten yana olduklarını iddia ederler, fakat yanında oldukları özgürlüğün birkaç kişinin sömürmesi ve çoğunluğun emeğiyle geçinmesi, Wall Street’cilerin talancı uygulamaları vasıtasıyla ölçüsüz kâr payları elde etmeleri için kuralsızlıkları olduğunu söylemeyi ihmal ederler.


Chris Carlsson: Bu web sayfasını okuyanların çoğu, onurlu bir şekilde parasal kârın ötesindeki değerler üzerinde temellenen çeşitli biçimlerdeki kooperatifler, kolektifler ve tasavvurlar ile uğraşmakta. Ancak bunun yeterli olduğunu düşünmüyorsunuz. Şunu savunuyorsunuz: “…işçi egemenliğinde ve paralel hareketlerle –ortaklaşa sahipli projeler, “dürüst” ve “dayanışma” ekonomileri adı verilen şeyler, yerel ekonomik ticaret sistemleri ve takas, özerk alanların yaratılması (günümüzde en ünlüsü Zapatistalarınki) gibi- dünyayı değiştirme girişimleri, bunlar şiddetli düşmanlık ve etkin baskı karşısında sürdürülen asil çabalar ve fedakârlıklar olmasına karşın şu ana dek, daha küresel antikapitalist çözümler için uygulanacak şablon sağlamadılar… Doğrusu istenirse bunların hepsi kolaylıkla, tam olarak sermayenin uyguladığı kadar baskıcı olan biçimde işçilerin kolektif öz-sömürüde bulunduğu koşullara varmasıyla sonuçlanabilir.”


Tam anlamıyla, bir şehir ya da küçük bir işletme bir yana, tek ülkede sosyalizm var etme çabalarının her zaman başarısız olduğuna dikkat çekiyorsunuz. İnsanların neden bu çok büyük tarihi görmezden gelip herhangi bir şekilde bunun işlemesini sağlamaya çalışmayı sürdürdüklerini düşünüyorsunuz?


David Harvey: Bu, solun tarihine iliştirilmiş en çetin çelişkilerdendir (düşünüşüne, projelerine ve faaliyetlerine). Hepimiz, kendi yaşamlarımızı kontrol etme, ikamet ettiğimiz mahallelerin yanı sıra işimizde bir dereceye kadar özerkliğe erişme isteğimizi anlayabiliriz; ve toplumdaki birçok unsur nezdinde yaygın ve geniş biçimde kabul edilebilir olduğuna inandığım bu basit arzu, daha geniş politikalar için temel teşkil edebilir. Sermaye, periyodik biçimde yaptığı şekilde çöküşe uğradığında işçiler işlerini kurtarmak için çoğu kez harekete geçer (2001-2002’de Arjantin’de olduğu gibi) ve kooperatifçilik ile işçi egemenliğinin umut verici uzun ömürlü örnekleri mevcuttur (örneğin Mondragon –1956 yılında Bask ülkesindeki Mondragon kentinde kurulan aynı isimli işçi egemenliğindeki kooperatif, 2011 yılı sonu itibariyle bünyesindeki 256 şirkette 83 bin 869 kişiyi istihdam etmektedir; ç.n.-).


Sorun şu ki, bu işletmeler, üreticilerin, otonom kuruluş biçimlerine yönelik bu bağımsız çabaları eninde sonunda kapitalist girişim gibi davranmaya zorlayan “rekabetin zorlayıcı yasalarına” tâbi kılındığı kapitalist değer yasasının (Evet, bu kadar önemli olmasının nedeni bu) baskınlığındaki şartlarda işliyor. “Kapitalist değer yasası”nın hegemonyasına meydan okumak için eninde sonunda böylesi bir yöntemle düşünmek ve eylemek işte bu nedenle çok önemli.


Nitekim Lefebvre, heterotofik (normalden başka bir yerde oluşan; ç.n.) uygulamaların, er ya da geç hâkim uygulamaların içine çekilmeden önce kısa süreliğine ayakta kalabileceğini belirtir. Bu, belli bir noktada hâkim uygulamalara meydan okumayı çoğaltmamız gerektiğini söylüyor ve bu, derinden kökleşmiş ve bütün yönleriyle egemen olan sermaye sınıfına ve bağlı olduğu değer yasasına (örneğin Bain Capital tarafından temsil edildiği gibi) meydan okumak anlamına geliyor. Bunun birazcık soyut bir fikir olduğu konusunda haklısınız; ancak bunu sahiplenemezsek bu kez tamamen başka soyut kavramlarla yönetileceğiz (“Pazar” ve “küreselleşme” gibi).


Chris Carlsson: Garrett Hardin’in “Meraların Trajedisi”ni, onun müşterek toprak ve kaynaklar ihtimalinin bile altını oyarak özel mülkiyet altındaki sürülerdeki sığır çobanlarını incelediğini belirterek reddediyorsunuz. Ancak ağırlıklı olarak, toplulukların kendi kendilerine yönettikleri müşterek kaynaklara dair nispeten küçük örneklemi nedeniyle Elinor Ostrom’un müştereklere dair fikirlerine de eleştirel bakıyorsunuz. Ostrom, devlet ve pazar şeklindeki basmakalıp karşıtlıktan uzak duruyor ise de, örgütlenme karmaşası sorunundan, bölgesel olarak yayılmış ekonomik ilişkilerden sıvışıyor (sizin öne sürdüğünüz şekliyle birçok anarşist ve otonomistin yaptığı gibi). “Radikal âdemi merkeziyetçilik –elbette değerli bir araçtır- üst seviye hiyerarşik otorite oluşturmadan nasıl işler? Çokmerkezciliğin ya da âdemi merkeziyetçiliğin herhangi başka bir biçiminin güçlü hiyerarşik baskı ve etkin yaptırım olmaksızın işleyebileceğine inanmak sadece saflıktır.”


Hâlihazırda, “para iktidarının mevcut demokrasisi”nde tamamen sahip olunan bir proje olan devletin, sermaye birikimi ve ekonomik büyüme dışında çıkarlara hizmet ettirilebileceğini düşünüyor musunuz?


David Harvey: Devletin yekpare değil, idari yapıların karmaşık bir ekosistemi olduğunu düşünüyorum. Kapitalist devletin özünde, benim "devlet-finans bağlantı noktası" adını verdiğim ve bugün en iyi Maliye Bakanlığı ve Merkez Bankası tarafından temsil edilen şey yatar; ve gerçekten, Lehman Brothers'ın çöküşünün ardından bu iki kuruluşun, ABD hükümetinin kontrolünü tamamen devralmasının çok açıklayıcı olduğunu düşünüyorum. Diğer birimlerdeki birçok projeye dair son sözü Maliye'nin söylediği gerçeği devlet bünyesinde herkes tarafından bilinen bir durumdur.


Devlet-finans bağlantı noktasının paralelinde, gerçekten de sermaye sınıfı iktidarının desteğiyle şekillendirilmiş adalet sistemince arka çıkılan asker ve polis güçlerinin yoğunluğuyla ilgili olduğundan birazcık yanlış isimlendirilen askeri-endüstriyel kompleks vardır. Bu, göze çarpar bir biçimde sermaye sınıfı devlet aygıtına doğru gider. Açıkça görülüyor ki, eğer kendimizi kapitalist değer yasasından özgürleştireceksek, devlet iktidarının bu biçimiyle yüzleşilmeli ve bu yenilgiye uğratılmalı.


Ancak bunun ötesinde, kamu yönetiminin sağladığı kamu hizmetlerinin birçok boyutu vardır -kamusal sağlık hizmeti, konut edindirme, eğitim ve kamu ortak mallarının idaresi. Bizim toplumumuzda, muhakkak bu yönetim dalları sıklıkla sermaye tarafından yozlaşmış hale getirilir, fakat devlet aygıtının bu görünüşlerini özgürlükçü kamusal gayelere doğru yola getirmek, yerel, ulusal ve hatta ulusal düzeylerdeki sol politik hareketlerin gücünün ötesinde değil.


İronik bir biçimde, neoliberalizm, sivil toplum kuruluşu biçiminin sınırlandırmalarının üstesinden gelebilirse devletin bu yönlerini halkın istemi doğrultusunda toplumsallaştıracak potansiyel bir yol açmıştır. Mevcut devletin bütün birimlerinin sermaye birikiminin ilerletilmesi için araç olarak kullanılmasının muhtemel olduğu konusunda uyanık olması gerekiyorsa da, soldan, devlet iktidarına yönelik cepheden taarruz, kanalizasyon idaresini ya da internet kurumunu ve hava trafik kontrolünü değil, devlet-finans bağlantı noktasını ve asker/polis bloğunu hedef almalıdır. Mevcut durum şudur ki, sermaye sınıfı pek de başka bir şeyi dert etmezken, egemenlik yetkilerini militarizasyon ve devlet-finans bağı vasıtasıyla yükseltiyor.


Chris Carlsson: Kitabınızın sonunda, “Kent yaşamı, hâkim sınıf ilişkileri dışında yeniden canlandırılacak ve yeniden inşa edilecekse, halk meclisleri gibi alternatif demokratik araçların inşası gerekiyor” diyorsunuz. Wall Street’i İşgal Et hareketinin, kamusal alanın yokluğunda nasıl gitgide geliştiğini düşünüyorsunuz?


David Harvey: Wall Street’i İşgal Et hareketine yönelik korkunç polis müdahalesinin, Wall Street’in, İzlanda’da gerçekleşen ve şimdi de İrlanda’da gerçekleşmekte olan gibi devlet-finans bağlantı noktasını tehdit edecek, bunun aleyhine dava açacak ve sonunda da bankacıları hapsettirecek bir kitle hareketinin ortaya çıkabileceğine dair paranoyak korkusunun belirtisi olduğu açık.


Onlar için militarizasyon vazgeçilmez yanıt ve bu militarizasyonun bir parçası da işgal hareketinin, etkinlikleri için bir kamusal alana sahip olduğunu inkâr etmek için kamusal alanı nizam altına almak. Bu durumda, kamusal alanın kamusal siyasi amaçlar için özgürleşmesi, verilmesi gereken ilk kavga haline geliyor. Meclisler, alternatif demokrasinin nasıl görünebileceğine dair bir kısa ve öz bir esinti sağladı, ancak küçük çapları ve sınırlı alanları, bir bütün olarak büyükşehir bölgesini göz önüne alabilecek halk iktidarının başka demokratik biçimlerinin, New York ya da Sao Paulo gibi kentlerin bir bütün olarak nasıl düzenleneceğinin deneyimlenmesini elzem kıldı.


Chris Carlsson: Fiziksel alanın ötesine geçerek, faydalı bir biçimde şuna dikkati çekiyorsunuz: "Burada aslına bakılırsa bir müşterekleştirme toplumsal pratiği var. Müşterekleştirme pratiğinin temelinde, toplumsal grup arasındaki ilişki ve hem kolektif olması, hem de metalaşmaması gereken -piyasa değişim ve piyasa fiyatlandırma mantığının sınırları dışında- bir müşterek muamelesi gören çevre boyutu yatar .


Chris Carlsson: Günümüzün, bir yandan etik alışveriş ile zihni meşgul iken, diğer yandan ırkçılık, patriyarki, homofobi ve başka kimlik sorunlarını ele alan mevcut toplumsal hareketlerinden doğan "müşterekleştirme" mantığını nasıl görüyorsunuz?


David Harvey: Bana göre muazzam bir kent ve kentli yaşamın esası, her türlü karşılaşmanın olanağını geliştiren her türlü insanın serbestçe birbirine karışması. Genellikle iyi nedenlerle, kadınlar, LGBT gençler ya da diğer "kimlikçi" denilen gruplar şehrin kamusal ve sözümona "müşterek" alanlarını serbestçe kullanamazsa, bu müşterek alanları kendi katılımları için özgürleştirecek hareketlerin ortaya çıkması kritik öneme sahiptir. Böylesi hareketler, daha kapsamlı müşterek politikalara hayati önem taşıyan bir boşluk sağlayabilir. Bu, söz konusu grup için sadece bir meşgale olunca ve dahil olma talebiyle başlayan şey bir dahil etmemeler hareketine dönüşünce sorun gelip çatar. İttifaklara ihtiyaç duyuluyor ve her türlü kamu yararı için kamusal alanları özgürleştirmek ne kadar çok kabul edilir hale gelirse, bir müşterekleşmeye erişmenin, müştereklerin inşasının ve şehrin ya da bir bütün olarak büyükşehirin her tarafında müşterekler siyasetine ulaşmanın demokratik olanakları da daha hazır olur. Ancak mücadele edilmesi gereken karşı hareketler var. An itibariyle, ayrımcı faşist hareketler (Yunanistan'daki Altın Şafak gibi) şehirlerin mahallelerini (örneğin Yunanistan’da) alan alan işgal ediyor; ayrımcı hareketler adına işgal edilen alanlar var. Bu tabii ki uç bir durum, fakat bir yandan müşterekler arası ilişki ve dâhil edilenler ve dışarıda bırakılanlar arasındaki dengenin, diğer yandan ise açık alanlar ve serbest kullanımların sürekli olarak tartışmaya ve politik mücadeleye açık bulunmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Bunlar, hepimizin içinde yer alması gereken türden mücadelelerdir. Ortada, sahip olunan kendiliğinden bir uyum yok ve aslına bakılırsa, kent yaşamı etrafındaki aralıksız ihtilafın belli bir seviyesinin çok olumlu bir özellik taşıdığını düşünüyorum.


Chris Carlsson: Sanatçılar ve “kültür emekçileri”, tarihsel olarak muhalefetin öncü sesleri olmuşlardır, ancak şu anda bunun çok daha azını görüyoruz. “Incite Collective”in (Tahrik Koletifi anlamına gelen bir yazın grubu; ç.n.) The Revolution Will Not Be Funded (Devrim Finanse Edilmeyecek; ç.n.) kitabında ortaya koyduğu gibi, çoğu insan şu ya da bu “kâr amacı gütmeyen endüstriyel kompleks” kuruluşuna borçlu. Muhalif türleri, piyasanın ve paranın mantığına kafa tutmayan sınırlar içinde güvende duruyor.


Şöyle yazmıştınız: “Cinsiyet, inanç, toplumsal gelenekler, sanatsal ve mimari toplantılara dair saldırgan olan tek şey bu, ancak kuruluşlara ve kapitalist tahakkümün uygulamalarına ilişkin saldırgan olan bambaşka bir şey ise bunların kültürel kuruluşlara derinlemesine nüfuz etmesi… Sermaye için mesele, böylesi kültürel farklılıkları ve kültürel müşterekleri, bunlardan tekelci rantı alabilmek için gereken sistemin parçası haline getirme, kapsama, metalaştırma ve paraya çevirme yöntemlerini bulmak.”


Büyük oranda bireyselleştirilmiş ve rekabetçi sanatçılar ve kültür üreticileri hizmet bedelinin ötesindeki bir dünya mücadelesi için nasıl ortak zemin bulur?


David Harvey: Ben, kültür emekçilerinin edilgen olduğu şeklindeki bakışla pek hemfikir değilim. Şartlar, fikir ayrılığının farklı ifade biçimlerinin benimsenmesini gerektiren şekilde değişmiştir (kültürün, endüstri ve sermaye birikimi ile varlık değeri yaratmanın aracı haline gelmesi şeklinde belirttiğim şey). Meydan okuma yerine yıkıcılık başlıca taktik haline gelmeli ve bunu yapmak için oldukça fazla gönüllülük belirtisi görüyorum. Akılma gelmişken, akademide de aynı sorunumuz çok fazla mevcut. Meslektaşlarımızın, bunu nasıl ele alacaklarına dair öğrenecekleri çok fazla şey var ve kültürel dünyada bu yıkıcılık için duyarlılık çok daha yaygın.


Chris Carlsson: Şöyle belirtmiştiniz: “Kent hakkı için mücadele, başkalarının ürettiği ortak yaşamın sırtından insafsızca beslenen ve bu yaşamlardan rant sağlayan sermaye iktidarlarına karşıdır… Kapitalist kentleşme, toplumsal, siyasi ve yaşanılabilir ortak alanlar olarak şehri daima yok etme eğilimi gösterir.” Amerikalılar özel mülkiyet fikri konusunda oldukça inançlılar. İlericiler bile mülkiyet sahipliğinin imtiyazlarını sorgulamaktan hoşlanmıyor.


Kentsel soylulaştırmayı ve bunun doğurduğu büyüyen kent mahallelerinin değerinin düşmesini durduracak, mahalle varlıklarının kolektif sahipliğini yaratmaktan başka anlamlı bir yol olabileceğini düşünüyor musunuz?


David Harvey: Beni sıklıkla hayrete düşüren şey, toplumsal yaşamın her türlü mücadele alanında sol deneyleme için geniş araç yelpazesinin hâlihazırda mevcudiyetidir. Gelir düzeyi düşük kitleler için barınmayı güvence altına almanın yollarını sağlayan her türlü mülkiyet düzenlemesi vasıtasıyla konut edindirme gayet doğrudur. Şimdiye dek bu araçların, kısmen ideolojik sınırlar nedeniyle, ancak bunun yanında söz konusu araçlara yönelik ideolojik ve başka biçimlerdeki desteğin yokluğundan ihmal edildiğini ve yetersiz kullanıldığını sanıyorum.


Mevcut yapılar bünyesinde çok şey yapılabilir, ama sorun örneğin yine özkaynak kooperatiflerinin, bunları ayakta tutacak ve genişletecek etkin toplumsal hareket olmadığından ne kadar sınırlı oldukları. Aksi halde, burada bir çatışmayı kazanma (örneğin soylulaştırmaya karşı), ancak muharebelerin çoğunu kaybetme ve antikapitalist savaşta hiçbir etki sahibi olmama durumundayız. Böyle olunca, savaşı hâkim pratiklere karşı vermeyi ne zaman ve nasıl öğreneceğiz?


Chris Carlsson: Kentleşme ve inşa edilmiş çevrenin sermayenin hareket yasaları genel teorisine uygun biçimlenme sürecine dair bir kavrayışın tamamlanması ihtiyacına işaret ediyorsunuz. Başka yazarlar, Fordist seri üretimin çöküşünü ve kapitalizmin “toplumsal fabrika” üzerinde temellenen bir sisteme evrilmesini analiz ettiler.


David Harvey: Fabrika benzetmesinden tamamen uzak durmamız gerektiğini düşünüyorum. Kentin sorunu oldukça farklı, çünkü sorun sadece üretimle ilgili değil, aynı zamanda tüketim, tüketiciyi özendirme ve gösteri (örneğin birçok şehre ekonomik güçlükler getiren ve Yunanistan’da kamu maliyesinin çöküşünde kilit rol oynayan Olimpiyat Oyunları) vasıtasıyla değerlerin paraya çevrilmesiyle ilgili. Marx’ın teorilerinden kazandığım şeylerden biri, mal üretimi ve malın piyasada değişim yoluyla paraya çevrilmesi arasındaki ilişki ve her ikisinin de eşit derecede önem taşıdığı, kentin “tüm bunların bir araya geldiği yer” olduğudur.


Chris Carlsson: Şunu belirtiyorsunuz: “Şehirdeki kamusal alanlar ve kamu malları her zaman bir devlet iktidarı ve kamu idaresi meselesi olmuştur ve böylesi alanlar ve mallar muhakkak kamusal mülkiyet yaratımı değildir.” Kamusal alanlar nasıl kamusal mülkiyet olur?


David Harvey: Dil bir kamusal mülkiyettir ve birbirimizle ilişkiye geçmek ve çevremizdeki dünyayı anlamak (kapitalist değer yasasından bahsetmek istememin nedeni olan şey) için kullandığımız dili değiştiren politik yaşamın ilgili olduğu şeyin bir parçasıdır. Dil cisimleştirilmeli ve somutlaştırılmalı (örneğin basılı olarak), tartışılmalıdır (örneğin bir mecliste ya da sohbet odasında). Müşterekleştirme tüm bu özellikleri kapsar. Bu sadece fiziksel bir alan değildir, ancak sokaktaki yığınlar hâlâ siyasi üstünlük sahibidir (Tahrir Meydanı’nda gördüğümüz gibi) ve sermaye sınıfının diğer bütün siyasi güçler (para, zor aygıtları, devlet aygıtının kilit unsurları, seçimler, hukuk vb.) üzerinde neredeyse topyekûn güce sahip olduğu ölçüde özellikle önemlidir.


Chris Carlsson: Son olarak, şunu iddia ediyorsunuz: “Âdemi merkeziyetçilik ve özerklik, neoliberalizm vasıtasıyla daha büyük eşitsizlikler yaratmanın birincil araçlarıdır.” Siyasi hareketler kendi özerklik yanlısı ve eşitlikçi pratiklerine tutunurken bu yörüngeyle nasıl mücadele eder?


David Harvey: Şu zamanlarda hayli tuhaf olan şey, solun büyük kısmının, sağın büyük kısmı ile âdemi merkeziyetçiliğin ve bütün merkezi iktidar biçimlerine karşı durmanın yanıt olduğunda hemfikir olması. Günümüz solunda baskın çıkan “örgütsel şekiller fetişizmi”nden bahsetmemin nedeni bu. Tek tek ele alındığında, piyasa tabii ki tahayyül edebileceğiniz en merkezi karar alma sistemidir ve kesinlikle, oldukça güçlü sermaye sınıfı iktidarını yaratan şey, böylesi rekabete dayanan âdemi merkeziyetçi piyasanın örgütlenmesidir. Böyle olur, çünkü "eşit olmayanlara eşit muameleden daha eşitsiz bir şey yoktur."


Eğer tüm dünya bir dizi bağımsız ve bütün yönleriyle otonom anarşist komünler şeklinde örgütlenseydi küresel müşterekler (örneğin biyo-çeşitlilik) nasıl korunacak, bazı komünlerin diğerlerinden daha müreffeh olmasını ne önleyecek ve insanların, malların ve ürünlerin bir yerden diğer yere akışı (bazı komünlerin dışlamaya ilişkin ilkeleri vardır) nasıl işleyecekti? İlginç biçimde, şirketlerin çoğu, yönetimin şebekelenmiş biçiminin örnekleridir ve şirket uygulamaları ile anarşist tasavvurlar arasında örtüşme olduğü gibi kabul görmeden geçip giden sol ve sağ arasında da her tür benzerlik vardır.


Politik eylemin merkezsizleştirilmiş dayanakları konusunda söylenecek çok şey var. Ancak bu, belli bir noktada basamak atlamalı ve günümüz muhalif toplumsal hareket bolluğunun ortasında sağ salim ayakta kalacak gibi görünen berbat hâkim sınıf pratikleriyle kapışmak için en azından büyükşehir biyo-bölgesel düzeyinde örgütlenmelidir.


Kaynak:http://gercegingunlugu.blogspot.com/2012/09/david-harvey-ile-asi-kentler-uzerine.html

15 Ağustos 2012 Çarşamba

David Harvey’in değeri – Ü.Zümray Kutlu / E.Ahmet Tonak

David Harvey’in “kullanım değeri”nin yüksek olduğunu geçtiğimiz Haziran’da yaptığı İstanbul ve Ankara ziyareti öncesinde de biliyorduk. Yıllardır verdiği Kapital derslerinin web versiyonunun 15 ayda, 187 değişik ülkenin 10,884 şehrinden, 2 milyon tıka mazhar olduğunu da. Postmodernliğin Durumu (1987), Independentgazetesince 1945 sonrasının edebiyat dışı en önemli 50 kitabından biri olarak seçilmişti. Dolayısıyla, Harvey’in yazdıklarını izleyenler için İstanbul Bilgi Üniversitesi ve ODTÜ’deki konuşmaların gördüğü yoğun ilgi doğaldı. Öte yandan, bazı yerli medya mensuplarının bu ilgiyi anlamakta zorlandığını da duyduk. Oysa, dünya kapitalizminin her anlamda ne yapacağını bilemediği bir dönemde, postmodernliğin, kent-kapitalizm ilişkisinin orasını burasını deşen, geleceğe umutla bakan birine duyulan ihtiyaç apaçık olmalıydı.


Marx’ın Kapital‘i İçin Kılavuz (Metis) ve Sermaye Muamması (Sel) kitaplarının Türkçe’de yayınlanması vesilesiyle Türkiye’ye gelen Harvey, “Kapitalizmin Krizi ve Kentsel Mücadele” ve “Sermayenin Sınırları ve Antikapitalist Hareket” üzerine iki konuşma yaptı. Toplumsal Tarih okuyucuları şu ya da bu biçimde Harvey’e zaten aşinadır, Bilgi ve ODTÜ’deki konuşmaları izlemiş olabilirler. O yüzden, bu yazıda, başta coğrafya, kentleşme ve kapitalizmin ekonomi politiği olmak üzere birçok alana önemli katkılar yapan Harvey’in özgünlüğünü tartışmayı amaçlamadık. Niyetimiz, İstanbul ve Ankara konuşmalarının başlıklarından yola çıkarak
kent hakkı ve sermayenin sınırları kavramlarının ilişkisi üzerine yüksek sesle düşünmek.
Harvey, kent ve kentleşme ile öteden beri ilgilenmesine rağmen, kent hakkı kavramını sistematik olarak kullanmaya nispeten yakın zamanlarda başladı. Sermayenin sınırları ise, daha eskilere dayanan Marx’a ve Kapital’e duyduğu ilgisinin ürünü; 1982’de yayınlanan ve dilimize de nihayet bu yakınlarda çevrilen kitabına (Limits to Capital) adını verecek kadar “eski” ve önemli.[1] Bu kavramın Harvey’in yaslandığı genel çerçevenin sembolü olduğunu düşünüyoruz; kent hakkı dahil olmak üzere birçok tartışmaya yaptığı katkının ve kullandığı dilin anlaşılması için sermayenin sınırları bizce vazgeçilmezdir. Biraz daha iddialı bir biçimde söyleyecek olursak, kent hakkı kavramının insan hakları söylemi içinde sıradanlaştırılması büyük ölçüde sermayenin sınırlarının ima ettiği teorik dünyaya tam olarak nüfuz edememekten kaynaklanıyor. O zaman,kent hakkı ile başlayalım ve bu kavramın sermayenin sınırları ile ilişkisini taze bir İstanbul örneği ile somutlamaya çalışalım.
Kent Hakkı
Son yıllarda sıklıkla duyduğumuz kent hakkı kavramını Lefebvre, 1967’de yayınlanan “Kent Hakkı” adlı makalesinde, o yıllarda verilen hak mücadelelerinden beslenerek geliştiriyor. Akademik tartışmalardan sivil toplum projelerine, insan hakları sözleşmelerinden anayasalara kadar, liberallerden anarşistlere geniş bir yelpazede kullanımını gözlemlediğimiz kent hakkının tanım ve içeriği konusunda bir fikir birliği olmadığı kesin.[2]
Kent hakkını tanımlamada ve taleplerdeki farklılık, politik duruşumuzdan, inandığımız değerlerden besleniyor. Kent hakkının tanım ve içeriği üzerine düşünmek, bu kavramın hangi kesimlerce neden ve nasıl kullanıldığını tartışmak gerekli. Çünkü Harvey’in de belirttiği gibi, bu hakkın tanımlanış şekli ile hayata geçirilme yolları doğrudan ilişkili (Harvey, 2012b). Kapitalizmin sürdürülmesine hizmet eden kullanımlar olduğu gibi kapitalizmin aşılmasını hedefleyen kullanımlar da var. Netlik ihtiyacı bariz.
Harvey, “Kent Hakkı” başlığıyla, 2008 yılında, New Left Review’da yayımladığı makalede, kent hakkını insan haklarının en ihmal edilmişlerinden biri olarak tanımlıyor ve dolaşımdaki bireysel ve mülkiyet temelli insan haklarından farklı olarak bu hakkın kolektif bir hak olduğunun altını çiziyor:
Kent hakkı, bir bireyin ya da grubun kentte var olan kaynaklara erişim hakkından çok daha fazlasıdır: kenti arzuladığımız şekilde değiştirme ve yeniden yaratma hakkıdır. Dahası, kenti yeniden yaratmak kaçınılmaz olarak kentleşme süreçleri üzerinde kolektif güç uygulamayı gerektirdiğinden, kent hakkı da bireysel bir haktan çok kolektif bir haktır”(Harvey, 2012b).[3]
Harvey’e göre, kent hakkı kavramını anlamak için tarih boyunca insanların yeniden üretiminin başta gelen belirleyicisi olan kentleşme süreçlerini ve kentleşme-kapitalizm ilişkisini çözümlemek gerekiyor. Nitekim, kendisinin kapitalizm ve kentleşme arasındaki içsel bağı anlatmak için verdiği 1840’lar Paris ve 1940’lar Amerika örnekleri, son yıllardaki kentsel dönüşümün ne anlama geldiğini net bir biçimde anlamamıza yardımcı oluyor. Kent hakkının salt kentsel dönüşümle mücadeleye indirgenemeyeceğini söyleyen Harvey, barınma koşullarının iyileştirilmesi, kiraların düşürülmesi gibi reformist taleplerin yetersizliğini de vurguluyor. Kent hakkı, kendimizi, kentimizi, içinde yaşadığımız çevreyi değiştirme ve dönüştürme yönünde devrimci taleplerin bir ifadesi olmalı:
“Kent hakkını talep etmek, kentleşme süreçleri ve kentlerimizin yaratılma ve yeniden yaratılma biçimleri üzerinde bir tür şekillendirici güç sahibi olmayı radikal bir şekilde talep etmektir (Harvey, 2012b).
Harvey’in bu yaklaşımı kent hakkını bir bütün olarak ele almamıza, kapitalizmin eleştirisini yaparken başka bir hayatın olabilirliğini canlı tutmamıza imkan sağlıyor. Böylesi bir yaklaşımın heyecan verici yanı, bizi savunmacı bir konumdan çıkartıp alternatif yaşam biçimleri üzerine düşünmeye sevk etmesidir:
“Nasıl bir kent istediğimiz sorusu, nasıl insanlar olmak istediğimiz, nasıl ilişkiler aradığımız, doğayla nasıl bir ilişkiye değer verdiğimiz, nasıl bir hayat tarzı arzuladığımız, ne tür estetik değerlere sahip olduğumuz sorularından ayrı tutulamaz” (Harvey, 2012b).
İstanbul, Harvey ve Sermayenin Sınırları
David Harvey, kent hakkı üzerine Cihan Uzunçarşılı Baysal’ın Açık Radyo için yaptığı röportajda, bu hakka dayalı yürütülen mekansal özgürlük direnişlerinde mülkiyet hakkının öne geçtiği, kişinin en önce kendi ailesini, mülkünü düşündüğü ve anti-kapitalist hedeflerden uzaklaştığı gözlemi üzerine şunları söylüyor:
“Henri Lefebvre’in bu konuya ilginç bir bakışı vardı. ‘Belirli bir mekânı, bildiğiniz üzere, bir süreliğine özgürleştirebilirsiniz,’ demişti, ‘ancak burada her zaman şunu göreceksiniz, eğer daha ileri bir özgürleştirme sürecine girmezseniz, özgürleştirmiş olduğunuz mekân, bir süre sonra dominant pratik tarafından tekrar absorbe edilir, ele geçirilir’… Bu şu demektir, sizi küresel kent vesaire zırvalarından kurtaracak çok daha geniş ve daha fazla devrimci bir harekete ihtiyacınız var. Bir evde sosyalizmin olması zordur, bir mahallede hatta bir kentte sosyalizmin olması aşırı derecede zordur. Bu nedenle, …bu süreci önlemek için toplumsal yaşamı daha yaygın bir şekilde nasıl organize edeceğinizi düşünmeye başlamalısınız.”[4]
Sermayenin sınırlarının kavranması hem kapitalizmin kendisinin sınırlarının kavranması, hem de günümüzde olduğu gibi derin krizlerinin kaçınılmazlığının kavranması demektir. Yukardaki röportajda Harvey’in belirttiği gibi, kent hakkı temelli mekân özgürleştirici direnişler bile kazanımlarının kalıcılığını sağlamak için kapitalizm sonrası bir toplumsal yaşamı tahayyül etmek zorundadırlar.
İstanbul’dan vereceğimiz somut örneğe gelelim. Boğaz köprüleri şu ya da bu vesileyle, 3. köprüye direniş ise şu sıralar hep gündemimizde. Üç yıl önce yazdığımız bir yazıya “Boğaz köprüsünden geçerken bir meta tükettiğinizi düşündünüz mü hiç?” diye başlamıştık.[5] Çok değil birkaç hafta önce ise köprü tamiratı dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ın kafasına esmiş olmalı ki, geçişlerin bir anda ücretsiz kılındığını gazetelerden okuduk. Yani köprünün “sunduğu” boğazı geçiş hizmeti bir anda meta olmaktan çıktı. Tıpkı, bir süre önce Metrobüs bilet fiyatlarının artışını protesto eden Halkevleri üyelerinin örgütlediği direnişle, bilet almadan köprüden geçişte olduğu gibi. Erdoğan’ınki sıradan vatandaşa adeta bir hibe, Halkevleri’ninki ise düpedüz kent hakkının hayata geçirilmesi. Her ikisinin benzer yanı, köprüden geçmek için kimsenin köprünün metalığına ihtiyacı olmadığını apaçık ortaya koymasıdır. Köprü köprülüğüne devam etmiştir. Öte yandan, esas ortaklık bu halin geçiciliğidir. Tamirat bittiğinde köprü ücretli olacaktır, tıpkı biletsiz seyahat direnişi sönümlendiğinde olduğu gibi. Köprü hizmeti ve benzer hizmetlerin kentlileri zorunlu meta ilişkilerine sokmadan sunulması ise ancak kapitalizm sonrası şehir tahayyülleri ile birlikte belirecektir. Kim bilir, o şehrin köprüye mi, yoksa pırıl pırıl bisiklet yollarına mı ihtiyacı olacağını? Ona, kent hakkını, sermayenin sınırlarının farkına vararak bu hakkı hayata geçirenler karar verecektir.
* Ü.Zümray Kutlu
Anadolu Kültür
** E.Ahmet Tonak
İstanbul Bilgi Üniversitesi
*** Bu makale aynı zamanda Toplumsal Tarih’in Ağustos 224 no.lu sayısında yayımlanmıştır.
Dipnotlar:
[1] Sermayenin Sınırları. 2012a. Ankara: Tan Kitabevi Yayınları.
[2] Kent hakkına dair Harvey’in dışında Lefebvre, Purcell ve Souze’in metinlerinden de bahsedebiliriz. Çok yakın bir zamanda Eğitim-Sen’in Eğitim, Bilim ve Toplum adlı üç aylık dergisi kent hakkı üzerine Lefebvre ve Souze’in yazdığı makalelerin çevirilerine, saha örneklerini ve karşılaştırmaları içeren makaleye yer verdi. Bu metinlerin dışında ayrıca, 2010 yılında Habitat Uluslararası Koalisyonu tarafından basılan ve Ana Sugranyes ve Charlotte Mathievet tarafından derlenenCities For All adlı kitap da bu konuda dünyadan birçok örneği barındıran önemli bir kaynaktır. Kitaba tinyurl.com/cr96vko adresinden ulaşılabilir.
[3] Harvey‘in “The Right to the City” makalesi 2008 yılında New Left Review’da yayınlandı. Biz çeviriyi yaparken, aynı makalenin Harvey’in Rebel Cities adlı kitabında yer alan versiyonunu esas aldık.
[4] http://tinyurl.com/cfqwr6b
[5] http://tinyurl.com/c7mqq8s
KAYNAKÇA
Harvey, D. 1997. Postmodernliğin Durumu: Kültürel Değişimin Kökenleri. İstanbul: Metis Yayınları.
Harvey,D. 2012a. Sermayenin Sınırları. Ankara: Tan Kitabevi Yayınları.
Harvey, D. 2012b. Rebel Cities: From the Right to the City to the Urban Revolution. London: Verso.
Sugranyes, A. & Mathievet, C. (der) 2010. Cities for All: Proposals and Experiences Towards The Right to the City.Habitat International Coalition Publications.
Lefebvre, H. 1996. “The Right to the City” Korffman,E & Lebas, E. (der.) Writing on Cities. Oxford: Basil Blackwell.
Purcell, M. 2002. “Excavating Lefebvre: The Right to the City and Its Urban Politics of the Inhabitant” Geojournal 58:99-108.
Souza, M.L. 2010. “Which Right to Which City” Interface 2(1): 315-333.

Türkiye Kentlerinde El Koyarak Birikim

Yusuf Ekici 2008 yılında  ortaya çıkan kapitalist krizin etkileri gün geçtikçe artıyor.  Krizin ortaya çıktığı dönemde, Türkiye’de yet...